(İmdadıma yetiş!)
Korkuyordum. Benimle oyun mu oynuyorlardı? Nasıl böyle bir duruma düşebilmiştim? Ne diye bu kayanın arkasına saklandım ki.
Yaklaştıklarını ensemdeki nefesden hissedebiliyorum.(İmdadıma yetiş!!!)
Beni öldürmeyecekler bunu adım kadar iyi biliyorum. Beni öldürmekten beter edicekler. Onlara yaptığım onca şey ve öldürdüğüm onca adamlarının sonunda intikamlarını alıcaklar. Fakat beni ölümün yamacından sürekli alıcaklar.
(İmdadıma yetiş artık!!)
İşte başlıyoruz. Boynumda onlarca mızrak ve kılıç varken bırakın hareket etmeyi, nefes dahi alamıyordum. Ölüm cidden de burnumun ucundaydı. Mızrakların ucu akrep zehrine bulanmıştı. Bu beni saniyeler içinde felç edip kasıla kasıla öldürürdü. Kılımı bile kıpırdatmadan başlarını bekledim -Bir de çağrımı duyması için tanrımı- Bütün mızraklar tek tek boğazımdan çekilirken önüm açıldı ve güneşin keskin ışıklarından zar zor görebildiğim bir adam önümde durdu. Bu başları olmalıydı. Resmen burnundan soluyordu. Bu kadar adam beni saatlerce alt etmeye çalışmıştı. Ensemde hala birkaç mızrak vardı ve birkaç tanesi de karnıma ve boşluğuma dayanmıştı. Büyük bir savaşçı dahi olsam ölümün ucunda bir şey yapamazdım. Hele de tanrıya ulaşmaya çalışan bir savaşçıysam hiçbir şey yapamazdım.
(Duy artık beni!!!!)
Göklerin güneşi o kadar çok parladı ki gözlerimi bir anlık açamadım. O korkunç ses hala kulaklarımda patlıyordu. Yıldırım mı düşmüştü? Hayır hayır hayır hayır bu olamaz. Ne yani bu kadar sıcak ve güneşli bir havada çölün ortasına yıldırım nasıl düşebilirdi? Bu mümkün olamazdı çünkü havada tek bir bulut yokt... Demeye kalmadan ileride bir yere daha yıldırım düştü ve fırtına ortalığı yerle bir etti. Korkunç bir kum fırtınası bize doğru geliyordu. Ne yapmalıydım? Herkes dağılmış kulaklarını tutuyordu. Bende öyle ama ben bir savaşçıyım ve benim işim ölmek değil, öldürmek.
-Ben gölgeyim, ben ölümüm.-(Sanırım artık beni duydun.)
Elime geçen ilk mızrakla üç kişiyi çizerek saniyeler içinde gelecek olan ölüme terk ettim. Etrafa sıçrayan kanla kendisine gelen başları bana doğru atağa kalktı. Mızrağımın sapıyla savuşturdum fakat fazla etkilemedi. Elinde yıldırımların ışığıyla parlayan kırmızı kana bulanmış bir bıçak vardı. Kan tazeydi, aynı yüzümden damlayan kanlar gibi. Benim kanımdı. Kaşımın üstünden yanağıma kadar göz kapağımda dahil uzun bir çizik atmıştı.
Sanırım kör olmuştum. Gördüğüm şey sadece kırmızıydı. Ben sadece göremiyordum. O artık nefes alamıyordu. Kellesini almıştım. Zaferimin tadına bakıyım derken sırtımda çok ince bir sızı hissettim. Kılıcın bitanesi önümde duruyordu. Ama sadece ucu vardı. Göğsümün ortasından çıkmıştı. Dizlerimin üstüne düştüğümü gördüm. Kendimi sanki başka birinin gözünden izliyormuşum gibi kendime acıyordum. Ben bu halde olamazdım, ben yenilemezdim. Ben ölümsüz olan tek ölümlüydüm.
(Yardım et bana! Bütün düşmanlarımı öldür. Bende sana ruhumu veriyim!!)
Çağrımın üzerine önüme bir yıldırım düştü. Bir kadın. Bu savaşın, kan gölünün ortasında ne işi vardı? Artık bir önemi yoktu. Nefes almakta güçleniyordum. Ağzımdan kanlar akıyordu. Ellerimin üzerinde durmak hiç bu kadar zor olmamıştı. En son hatırladığım sırtımdan kılıcı çıkarıp bir elini tüm askerlere doğru uzattığıydı. Sonrası onlarla birlikte bende kendimi yerde buldum. Aramızdaki tek fark onlar paramparça, ben iste tek ve bütündüm ve hala yaşıyordum. Ama benimde ölüden bir farkım kalmıyordu. Kadın bana doğru yaklaşınca gözlerimi kapattım ve ölümü bekledim. Artık kaçınılmazdı. Sanırım artık sona geliyordum. Bir el beni kavradı ve sırtına aldı.
Bu zamana kadar işlediğim bütün günahların, öldürdüğüm bütün insanlığın, harap ettiğim köylerin gazabından kurtulamayacaktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güneşin ışıltısı seninle olsun...
Teen FictionBir gök tanrının ölümlü bir savaşçıyla akıl almaz bir mücadelesi...