-Onur-Her şey sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi olmuştu. Ve ben kendi hikayemi dışarıdan izliyordum.
Çocukken bir kere taşınmıştık. Şehir değiştireceğimiz için bana haber vermemişlerdi. Üzülmemden daha çok olay çıkarmamı istemiyorlardı galiba. Halbuki sessiz bir çocuktum. Kurallarına her zaman uyar, söylediklerini ikiletmezdim. Babamın gazabından kurtulmak için başka bir yolum olmadığını erken yaşta öğrenmiştim. Bunun geçerli bir kural olmadığını da daha sonra.
Annem akıllı bir çocuk olduğum müddetçe babamın beni çok seveceğini söylerdi. Peki sen diye sorduğumda da yalnızca gülümserdi. Bu da yeterliydi benim için.
Tüm arkadaşlarımı, okulumu, odamı geride bırakacağımı bilmiyordum. O gün okula gittiğimde normal bir gün geçirmiştim. Sonra eve geldiğimde, orası artık evim değildi. Bomboştu. Annemler beni kapının önünde karşılamışlar, içeri bile girmeme izin vermeden, arabaya bindirmişlerdi ve gözlerimi bir daha açtığımda uçaktan iniyorduk. Bilmediğim kocaman bir şehre gelmiştik. Yabancı bir eve girip, bana bir oda göstermişlerdi. İşte burası senin odan. Sessizce yatağa oturup sanırım saatlerce boşluğu izlemiştim. Bu en kötü anım değildi kesinlikle. Ama her şeyin sessizce alt üst olabileceğini ilk defa o zaman tecrübe etmiştim.
Yıllar sonra onunla yaşadığımız şey buna denk değildi elbet. Ama aynı o zamanki gibi beni yine kendi hayatımı dışarıdan izlemeye mahkum etmişti. Veya bendeki karşılığı benzer bir histi.
Sedat'ın evinde o gece beni öperken bana sormamıştı. Sonra yanımdan gitmeye kalktığında ona tutunma nedenim de buydu. Hayatı boyunca karanlıkta yaşamış birini, bir anda güneşin çatına atarsanız kör olur. Gözlerim tüm o renklere alışana kadar yanımda olmasına ihtiyacım vardı.
Ama öyle olmadı. Sanırım korkmuştu. Lakin onun için mantıklı bahaneler üretmek için değil, daha çok delirmemek için savaşıyordum. Çünkü artık onu yılladır izleyen bakışlarımın bir açıklaması vardı. Kendimi kaybetmek üzereyken ona sığınmamın da, yalnızca onunla konuşmak istememin ve onun sesinin, söylediklerinin kalbimi ehlileştirmesinin nedenini tek bir solukta dudaklarımın arasına üflemişti. Sonrasında da bana o nefesi sanki hiç vermemiş gibi gözümü kapatmamı beklemişti.
Her bir araya gelmelerimizde, benim elim ayağıma dolanırken, o gülüyordu. Biliyordum çünkü gözlerim ısrarla itildiğim karanlığa rağmen onu izliyordu. Tüm o kalabalığın içinde ben yalnızca onun sesini duyarken, bana bakmıyordu bile. Dışarıdan bakan öylesine biri için, iyiydik, arkadaştık. Zaman düz bir çizgide ilerliyordu herkes için. Bense bir anın içinde hapsolmuş, görünmez duvarların arasında ezilmemeye çalışıyordum.
Her şeyin tek hamlede alt üst olması duygusu tanıdıktı. Yalnızca darbenin ondan hem de bu şekilde gelmesini ve sonrasındaki tepkisizliğini sindiremiyordum. Yüzme dev bir ayma tutmuş, işte sen busun! demişti bana. Sonra da o karanlıktan hiç çıkmamışım gibi davranmamı beklemişti. Benim tek gördüğüm gerçek buydu. Çünkü aşıktım. Çünkü bir erkeğe karşı beslememem gereken bu hislerle ne yapacağımı bilmiyordum. Çünkü kucağıma attığı bu bombayla kalakalmıştım tek başıma.
Sonra ne mi hissettim? Berbat bir endişe. Korku. Bastırdığım her uç duygu çatlaklardan fışkırmaya başlamıştı. Kayboldum.
Ben de madem kendi hikayemin içine kıstırılmıştım, bir harita çizmeye çalıştım kendimce. Halbuki ne saçma! Yıllardır içinde hapsolduğum o labirentten yeni çıkmıştım oysaki. Şimdi açık alanda, dımdızlak tek başıma bırakılmıştım. Ve işin daha kötüsü ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Tutunacak kimsesi olmayan biri ne yaparsa onu yapmaya karar verdim ben de. Savsak adımlarımın beni bir adım sonra nereye götüreceğini bilmeden yalnızca yürüdüm. Düştüm, kalktım, sendeledim, durdum, hatta bazen geri bile döndüm. Ama yürüdüm. Ve çoğu zaman yanlış yolda olduğumu bilmeden. Yolun yanlış olduğunu görmem için sonuna varmam gereken bir oyunun içine sıkışmıştım. Çoğunlukla böyle hissettim. Bu yüzden de çok öfkelendim. En çok ona. Ona eş kendime. Bize, biz olamadığımız için bizden başka her şeye de.