-Onur-
ÇarşambaOlmuyordu işte, bir türlü olmuyordu, ne kadar debelenirsem debeleneyim bir türlü bataklıktan çıkamıyordum. Balçık beni doyumsuzca daha derine çekerken, kenarda köşede kalmış, tutunacak bir dal dahi bulamıyordum. İki dakikada nasıl bu hale gelmiştik kafam almıyordu. Gittikçe dibe battığım bu çırpınışlardan öyle yorgun düşmüştüm ki, tüm vücudum uyuşmuştu. Ne adam gibi uyuyabiliyordum günlerdir, ne de ayık kalabiliyordum. Buna eğer yaşamak denirse, sik gibi nefes almaktan başka bir bok yapmıyordum.
Çekip gitme dürtüsü o kadar ağır basıyordu ki, ellerim ve ayaklarım bağlanmışken bunu nasıl yapacağımı da bilemiyordum. Köpek gibi aşık olduğum herifin gözlerine bakacak yüzüm yoktu. Çünkü en kötü senaryoda bile onu böyle bok gibi bırakmayı düşünmemiştim. Belki yalnızca ailemle bir savaş verip, kendim kan kaybedecektim. Ama oraya varamamıştım bile. Engeli içerde ararken ben, yakınımda bile değilmiş meğer. Ve darbenin aslının onun tarafından gelmesine karşı hiçbir hazırlığım yoktu. Savaş meydanında oturup kurşunların teğet geçmesini ummaktan başka çarem de. Ki işin komiği, ateş hattında olan hedef ben bile değildim.
Her şey yine alt üst olması işte bu kadar basitti. Hayatın en tutarlı olduğu özelliği bana acımadan yaptığı bu sürprizlerdi. Beklemediğim yerden en ağır darbeyi indirirken, bunu yakışıklı bir ağırbaşlılıkla kabullenmem bekleniyordu benden.
Sorun da oydu zaten. Hikayede yakışık bir şey kalmamıştı. Puştluğun en dibini görmüştük hep beraber. Ve onun gözünde puşt olan bir tek bendim. Çünkü tam bir orospu çocuğu olma pahasına onu korumaktan başka bir şey kalmamıştı elimde.
Gözlerim resmen yanıyordu. Ne kadar ovuşturursam ovuşturayım, yer etmiş bir sızı, şakaklarımdan ense köküme yayılıyordu. Daha çok uzun bir süre bu ağrıdan kurtulamayacaktım. Ama yine de kalbimin sıkıştıran acıya kıyasla mükafat gibi kalıyordu o sızı. Benim yapamayacağım kesindi. Birinin gelip, göğüs kafesimi açıp, kalbimi oradan söküp atmasını beklemekten başka bir çarem kalmamıştı.
Elimdeki telefonun ekran kilidini açıp, mesajlara girdim. En üstteki yazışmaları geçip direkt adının üstüne geldim. Silmem gerekiyordu, hepsini silmem ve ezberlediğim kelimelerinden bir şekilde kurtulmam gerekiyordu. Ama yapamıyordum. Sessiz bir lanet edip, telefonu tekrar cebime koydum.
"Bir şey yemeyecek misin?" elinde yemekle yaklaşan Cengiz'e bakıp, yok anlamından başımı salladım. Günlerdir bir lokma geçmemişti boğazımdan. Üst üste yaktığım sigaraların acı tadını götürmek için devirdiğim kadehler hariç. Bir köşede yığılıp kalırsam, uzun süreli bir komaya girersem falan kurtulurum diye umuyordum belki de. Çünkü bazen kapısında bitmemek için verdiğim iç savaşa yenilmekten ölesiye korkuyordum.
Hasbelkader yaşamaktı bana düşen. Kimseden bir beklentim yoktu. Önceden kuralları belirlenmiş oyunun içinde kendi çapımda kavrulup duruyordum. O hayatıma girene kadar bu boka batmışlık bana bu kadar koymuyordu. Çünkü birini karşılık beklemeden sevebileceğim, bu kadar hayatımın içine alabileceğim katiyen aklıma gelmezdi. İnsanın öz babasının sevgisi kurallara bağlı olunca ve hatta öz annesi bile onu görmeyince, böyle usulen insan oluyordunuz. Sonra biri çıkıp size dokununca da tüm ezberler yine yerle bir oluyordu.
Tüm bunlara rağmen asla hayal kurmamıştım. Daha ona olan duygularımı çözemediğim zaman için de geçerliydi bu, onun tutup beni öptükten sonrası için de. Yani onu kolundan tutup güneşli günlere doğru yürümeyi falan düşünmüyordum ama ayaklarım kontrolsüz bir hızla yere basmaya zorlandığında ve kalbim saçma sapan bir şekilde ona tutunmak için kıvranmaya başladığında belki demiştim. Ulan acaba küçük bir ihtimal de olsa iyi olabilir miyim?