v. filiz veren korku tohumları

189 19 8
                                    

Önümü göremediğim halde çıktığım yoldan geri dönmeyi istemek makul bir arzuydu. Daha önce yapmıştım, istersem yine yapabilirdim. Sekiz yaşındaki Veda'dan daha cesurdum bir kere. Bu cesaretimi örseleyen kayıtsızlığım ve gün yüzüne çıkmasını istemediğim korkum olmasaydı elbette çekip giderdim. Bir yolunu bulmak o kadar zor değildi, gerekirse sokakta kalır, yine giderdim. Ancak içime ince ince nakışlanan korkunun baskısını hissetmem beni durdurmuştu. Utançla karışan bu hissin karmaşası beni alaşağı ederken yerime sinmiş ve olanları hazmetmeye çalışmıştım.

"Sana nasıl davranıyorlar?" diye sordu Neslihan abla, telefonun diğer ucundan gelen anaç sesini dinledikçe o akşamı düşünüyordum.

"İyiler," dedim. "Çok iyiler." 

"Sesin burkuluyor Veda, anlatmaktan korktuğun bir şeyler mi var yoksa?"

"Hayır, onlar çok iyiler," dedim kendimi sıkarak. Ağlamamalıydım. "Bir şey yoksa kapatıyorum Neslihan abla, bir sorun yok gerçekten. Sınav stresi."

"Pekâlâ," dedi, daha fazla ısrar etmedi. "Sık sık aramayı ihmal etme."

"Tamam."

Telefonumu kapatıp içli içli ağladım. Ağladıkça hayat buluyor, içimdeki ıssız, kurak toprakların varlığını ilk defa duyumsuyordum. Bu çorak toprakların yeşilleneceğine dair bir işaret görmüş ve ilk fırsatta hissettiğim acıyı değerlendirmiştim sanki. İşe yaramıştı, haberim olmadan ekilen korku tohumları ilk filizlerini vermişti.

Yatıştığımda yatağımın hemen yanına yerleştirilmiş boy aynasında gördüğüm soluk yüze baktım, çekik gözlerimin içerisindeki kılcal damarlar belirgin bir hâl almıştı, burnumun ucu al al olmuştu ve dudaklarım şişmişti. Ağladığım belli oluyordu. Islak kirpiklerimi kırpıştırarak göğüs geçirdim.

Dün okuldan geldiğimde odamda gördüğüm oyma çerçeveli aynayı Hülya Hanım almıştı. Ettiğim kuru teşekkür beni bile incittiğinden onun duyguları konusunda bir tahminde bulunamıyordum. Şu iki gündür süregelen keyifsizliğimi fark etmemeleri mümkün değildi fakat seslerini çıkartırlarsa beni daha da üzeceklerinden korkuyorlardı, biliyordum. Kırgınlığıma bir sebep bulmalarına gerek yoktu çünkü: özlemiş olabilirdim, alışamamış olabilirdim ya da kaygılı olabilirdim. Yaşadığım her şey beni üzmeye yetecekken birinin kalbimi kırmış olması fikri akıllarına gelmiyor diye şikayet etmiyordum. Aksine Sonat ağabeyle aynı ortamda bulunurken farklı bir tavır sergilememem beni sevindiriyordu, aile ilişkilerini bozmaktan çok korkuyordum çünkü. Özellikle nazik ve sevgi dolu Sonat'la ilişkilerini. Çünkü onunla kavga etmenin ve onu kırmanın ağırlığını çoktan sırtıma bir yük olarak geçirmiştim.

"Ne saçmalıyorsun," demiştim ona duyduğum saygıyı bir kenara bırakarak. Yüzüm ve kulaklarım hissettiğim sinirle ısınmaya başlamıştı. "Onu tanımıyorum bile, tanısam da karışamazsın sahi."

Sinirle gülmüştü, güvenilir çehresinde bu alaylı gülüşü korkunç hâle getiren bir öfke kaynıyordu. Bu daha önce hiç görmediğim bir yüzdü sanki. "Aptal mıyım ben? Saçmalıyormuşum... Gözlerini üzerinden alamadığın gibi içeride telaş yaptın, tanımadığın biri için hem de. Arsen'le aranızda şu üç-dört gün içerisinde ne geçmiş olabilir bilmiyorum ama onunla iletişim kurmamalısın, hatta gözlerin bile ona değmemeli."

"Geçmedi çünkü! Özgür'le arasında geçenleri ve yediği bokları konuştuğunuz için baktım sadece!" 

Sesimin yükselmesine şaşırmıştı.  İnanamıyordum hâlâ dediklerine, yüzüm öfkeyle kasıldı. "Seninle az önce içeride iyi vakit geçirdik, sonra sen kendince kafanda bir şeyler kurup gecenin sonunda söyleme kararı aldın ve söylediğin şeyleri normal karşılıyorsun," dişlerimin arasından soludum, "peki biz tanışalı kaç gün oluyor da bunları söyleyebiliyorsun? Sana nasıl bir izlenim verdim de ben sen bunları söyleyebildin?" Ve onu inciteceğini bile bile o sözleri söyledim: "Sen kimsin yahu?"

yabanıl Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin