on iki

907 142 83
                                    

felix, yeni bir haftaya başladıklarında, okula gitmemek için her şeyi yapabilirdi. her şeyi, hatırlamıştı, -ki ne kadar süre hatırlamayabilir di ki?- ve changbin’in bunların hiç birini neden söylemediğini anlamıyordu.

evet, felix, meslektaşım diye tutturduğun adamın kucağına çıktın.

öğretmenler odasında, çantasının ucu ile oynarken, herkesten bir saat önce geldiğini farketti. kafası deli dalgındı ama soracaktı, koymuştu kafasına sormayı.

öğretmenler odasına changbin’in girmesini de beklemiyordu, changbin, sözlülerin son sorularını hazırlamak için erken gelmişti okula. felix’i görünce kaşlarını çattı o da. soğuk bir “günaydın.” demiş ve yerine oturmuştu.

felix de, ağzında bir “günaydın.” yuvarlamış, elleri ile oynamaya devam etmişti. yüzüğünü bir oraya, bir bu tarafa çeviriyor ve changbin’in tüm odağını farketmeden oynadığı ellerine çekiyordu.

changbin, gözlerini felix’in yüzüğü ile oynayan parmaklarına dikmiş, felix’in elleri inceliyordu. niye bu kadar gerildiğini de bilmiyordu, felix niye bu kadar gergindi sâhi? belki sorabilirdi.

“sorun ne?” dedi, kağıtlar ile ilgileniyormuş gibi yaparken. felix, bakışlarını ellerinden çekmiş, changbin’e bakmıştı, changbin, kağıtlarla ilgileniyormuş gibi yaparken, felix’e bakmamak için savaş veriyordu.

“ne?”

“sorun ne, bay lee? yüzüğünüzü rahat bırakmıyorsunuz.” felix, ellerini acele ile yüzüğünden çekip, yutkundu. “bir şey yok, ben, dalmışım öyle.”

changbin, başını sallayıp, felix ile ilgilenmiyormuş gibi davranmaya devam etti. çok zordu onun için, karşısında oturan ingilizce öğretmenine ilgisiz davranmak çok zordu.

sarı uzun saçları, üstüne giydiği koyu yeşil gömlek, altına da giydiği siyah kot pantolon dünyanın en normal kombini falandı. ama cidden, bu bile changbin’i etkilemeye yetmişti.

sadece etkilense yine iyiydi, her hareketi harika geliyordu bu adamın. changbin için, felix bambaşkaydı. elindeki yüzükle oynayışı bile mahvetmişti changbin’i. aynen üç gün önceki gibi, felix’in, changbin’in kucağına çıktığı gün gibi.

tabii, o günün mahvedişi bir farklıydı. changbin, çok zor dayanmıştı. dağınık saçlı, gözleri kocaman olmuş o çocuğa karşılık vermemek için çok zorlanmıştı.

“bay seo...” dedi birden felix, kısık bir sesle söylemişti ama, felix’in kısık sesi ayrı bir seviyeydi. kendisi de farkedip yutkunmuştu, felix, bunun üstüne changbin’den bir gülümseme kazandı.

“bay lee?” dedi o da ve kağıtlardan bakışlarını çekti, sonunda, sonunda dedi. sonunda bakabileceğim felix’e.

“dün... hakkında.” felix, o kadar yavaş konuşuyor ve seçiyordu ki cümlelerini. changbin, kaşlarını kaldırdı hafifçe. “dün hakkında?”

felix, bir anda oturduğu sandalyesinden kalkıp, öğretmen masasının biraz ilerisinde duran, üstünde su sebili olan masaya gidip su içti. changbin ise meraklı gözlerle onu izledi.

felix, plastik bardağı yerine bıraktıktan sonra belini masaya yaslayıp, changbin’e baktı. changbin, içinden küfürler etti, sadece bu şekilde bile nasıl çekici olabiliyordu bu çocuk?

“bana yalan söylediniz.” hafif kızgın çıkan sese gülümsedi changbin, ona yalan söylemişti evet, ne deseydi ki? kucağıma çıktın ve ben sana karşılık vermemek için çok zor durdum mu, ya da beni neredeyse öptün ve ben seni geri öpmemek için çok zor dayandım mı?

classroom desksHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin