yes, my lord.
─
takım elbise. şüphesiz, dünya üzerindeki giysilerin en rahatsız, en korkunç olanı. en büyük düşmanım, görünce bile diş etlerimin sızladığı korkunç giysi. evimde olmak, üzerime rüzgarda hemencecik uçuşan gömleklerimden birini giyip atölyemde saatlerce çalışmak istiyordum ancak ne mümkün.
londra'ya giden taşlı köy yollarında at arabası, baş eğmemek konusunda ısrarcı çakıl taşları üzerinde kayıyor, ardından hafif bir sarsıntı hissediyordum. araba sallandıkça omuzlarım oraya buraya çarpıyor, bu daha çok sinirlenmeme neden oluyordu. herhangi bir anlamı bulunmayan bir kraliyet için fransa'dan ingiltere'ye kadar getirilmiştim. babamın anlattığına göre çok sevgili ingiltere kraliçesi elizabeth, tablolarımı görüp bestelerimi dinlemiş, beni ingiltere'ye çağırmıştı. kraliyette bulunacağım rütbeye bile bir isim vermiyordum.
"daha ne kadar var?" arabanın perdesini araladım. kavurucu sıcakta at arabası sürmekten bir hal olmuş, yaşlı arabacım sık sık mendili ile alnını siliyordu.
"efendim az kaldı. phantomhive malikânesine varmak üzereyiz."
"teşekkür ediyorum, biraz dur şu gölgede. sana su vereyim, dinlen." ayağımın yanındaki gözeden hâlâ dolu olan bir su matarası çıkarıp adama uzattım. teşekkür ve minnet dolu cümleler söyleyerek matarayı aldı. bol kesim pantolonumun paçalarını elimle toplayarak az önce oturan arabacının yanına çömeldim. adam ateşe dokunur gibi sıçradı.
"efendi odette kalkın lütfen. biri görse ne der? fransız aristokrat, arabacısı ile oturuyor mu demelerini istiyorsunuz?" adama elimi kaldırarak kesin bir şekilde oturmasını gösterdim. adam benden biraz uzağa da olsa oturdu. biri görse ne der? bu cümleyi duyunca benzim sararıyordu. üslubu bu kadar kaba ve bu kadar iğrenç bir cümle, daha duymadım on dokuz yıllık hayatımda.
ne zaman mutluluk içinde kırlarda koşmaya niyetlensem dadım gözlüklerini burnunun üzerine iter, beni sert bir ifade ile süzerdi. erkek kardeşim gibi üst düzey bir asker olmadığım ve çiftlik işlerine karışmadığım için çok sık duyardım bu cümleyi. babam her zaman güçlü duruşu olan, erkeksi, çiftlik işlerine düşkün, kendisine benzeyen birisi olmamı isterdi. fakat işler onun istediği gibi olmamıştı. annemin ellerinde büyümenin verdiği naziklik ile kırılgan ve sanata ilgili bir çocuk olmuştum. babamın üzerime zorla verdiği canları, aynı gün içinde azat etmiş, hepsinin cebine para koyup memleketlerine göndermiştim. çiftlikten çok uzaktaki küçük kulübede yaşıyordum. jong seong benimle her zaman annesinin küçük prensi diye dalga geçerdi. küçük laf atışmalarına girip gülüşürdük sonrasında.
arabacı hareketlenip arabaya bindi. ardından basamakları tırmanıp eski yerime oturdum. londra kesinlikle çok güzel bir şehirdi, kaldırımları, evleri, doğası ve havası. paris kadar güzel gelmiyordu gözüme ama yine de çok hoş bir şehirdi. saatlerdir iki şehrin arasındaki yolda olmanın verdiği hoşnutsuzluk, londra'nın güzel yapısını göz ardı etmeme neden oluyordu. araba hareketlenip yolu gitmeye devam etti. camdan dışarı bakarken kader sayfamın üzerindeki siyah lekelere ağlamak istiyordum. evimden ayrılmayı hiç mi hiç istemiyordum.
küçük kulübem, sanat atölyem, çiftlik çalışanlarının çocukları ile geçirdiğim eğlenceli dakikalar... hepsi birer yumru olarak oturdu boğazıma. ülkemde ilan edilen resmî tatil sonucunda kardeşim jong seong, çıktığı gemi yolculuğundan uzun zaman sonra dönmüş, döndüğü gün londra'ya seyahat edeceğim haberini almıştım. aynı şekilde küçük kız kardeşim yeji, merkezdeki kilisede bulunan okulundan gelmişti. bütün aile bir araya toplanmışken gitmek daha zahmetli geliyordu.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
chessman - heehoon
Fanfictionölüm melekleri, yalnızca ecel vakti gelmiş olan ruhları avlamalıdırlar. kâhyalarsa sadık bir gölge gibi efendilerini takip edip onlara itaat etmelidirler... bu yüce amaçların her ikisine de ihanet edişini izlemek, tam anlamıyla mide bulandırıcı. #1...