"kaç yaşındasın? bunu çok merak ediyorum. uzun zamandır bu konuda çok meraklıyım." gözlerimi merakla bedeninde gezdirdim. "bir bakalım... siz *fransızlar protestan olmaya karar verdiğinde çoktan 2800 yaşında çok yaşlı bir adamdım." söylediği şey ile dudaklarım aralandı. 3000 yaşını çoktan geçmişti, o saçlarımı okşarken sordum.
"hiç evlendin mi? yani kocaman bir 3000 yılı yalnız geçirmek zor olmalı." içimde az da olsa kendini belli eden kıskançlığım, soruyu sormama neden olmuştu. "evlendim, ama daha sonrasında onları kaybettim." ona benzeyen küçük kız veya erkek çocukları, ona gülümseyen, onu öpen bir kadın veya erkek... bu düşünceler zihnimin içine bir miktar ağrı bırakarak terk etmişti. "bir ölümsüz için en acı şey ölüm sanırım. etrafındaki fâniler seni bir bir bırakıp gidiyor, insan ömrü çok kısa. çocuklarınız var mıydı?" eski eşini çok merak ediyordum.
"vardı, iki kızım ve bir oğlum vardı."
"onlar insan mıydı yoksa melez miydi?"
"onlar ne insana benziyordu, ne şeytana. onlar çok güzeldi... üçü de melek gibiydi. üstelik tam olarak bir insan kadar zayıf ve kırılgan değillerdi. sonra..."
"sonra?" yüzünde pek de üzgün olmayan bir gülümseme ile bana döndü.
"sonra onları öldürdüm, kendi ellerimle." başımı dizlerinden kaldırıp yüzüne baktım. bomboş, duygusuz gözlerinin zemini izlediğini gördüm.
"bunu... neden yaptın?" gözleri yeniden bana döndü.
"çünkü küçük beyden önceki efendim, bana böyle emretti." efendilerinin yap dediği her şeyi yapmak zorundaydı. jungwon ölmediği sürece de bu böyle devam edecekti. korkutuyordu beni.
"karşılığında ne alacaksın?" kaşlarını kaldırdı ve bana baktı.
"neyin?"
"jungwon ile aranızdaki anlaşmadan bahsediyorum. teyzesinin öldüğü gün göz bandını çıkarttığında gördüm. ve senin kolunu sararken aynı mühürü gördüm." dudaklarını ısırdı. ne söylemesi gerektiğini biliyordu, ama nasıl söylemesi gerektiğinden emin değildi. "o öldükten sonra onun ruhunu." başımı salladıktan sonra gözlerimi kapattım. "anlaşmadan caymayı düşündüm geçen birkaç günde." yeniden gözlerimi açıp ona baktım.
"neden?"
"gerçekten aşık olduğum için." gülümsedim. uzandığım yerden kalktım. dudaklarına bir öpücük kondurdum. "o güne kadar kimseyi öldürürken pişman olmadım. belki bir sürü insanı, iblisi veya ölüm meleğinin canını aldım ama üç çocuk... beni mutlu ediyorlardı, etrafta olmaları bana huzur veriyordu. onların canını aldıktan sonra hayatımın ışığını kaybetmiş gibiydim. sonra efendimi öldürdüm. ona acımadım, ona merhamet etmedim, onunla geçirdiğim yılları göz ardı ettim. sadece bedenini parçalara ayırdım." baş parmağım yanağını okşuyordu.
"anlaşmayı bozduğun için ceza almadın mı?"
"aldım, yeni biri ile anlaşma yapana kadar cehenneme hizmet ettim." başımı salladım. yeniden bacaklarının üzerine uzandım. "erkek kardeşim ile jungwon phantomhive arasındaki çekim sence de çok açık değil mi?"
"küçük bey bu tür şeylerle meşgul olacak biri değil. ama amiral jong seong geldiğinden beri gülümsüyor." gülümsedim. jong seong nişanlısından ayrıldıktan sonra ölü gibi gidip geliyordu. ancak şimdi yüzüne renk gelmiş gibiydi. tıpkı jungwon'a olduğu gibi. huzurla gözlerimi kapattım. başımı koyduğu yere daha da yerleştim. onun yanında dünyaları elimde tutuyor gibi hissediyordum. sevgilim ile kendimi buluyor, yine onunla kendimi kaybediyordum. "sana çok aşığım." fısıltısına gülümsedim. gözlerimi yeniden açıp onu kendime çektim. yüzüme doğru eğilirken haç şeklindeki küpesini fark ettim. gerçekten çileden çıktığımı hissettim. ensesinden tutup onu son derece tutkulu bir öpücüğün içine çektim. neler olduğunu daha tam kavrayamadan heeseung'ın altında bulmuştum kendimi. gözleri her dakika daha da kırmızı bir hal almaya başlamıştı. dudakları boynumda dolaşırken saçlarını okşamaya başladım. dişlerini boynumda hissettiğimde saçlarını çekmeye başladım.
❦
mâlikenin biraz uzağındaki ırmağın kenarında, kendi kendime uzanırken heeseung ile yaşadığımız anları düşünüyordum. güzel öpücüğümüz, riki'nin kapıyı hızlıca çalması ile son bulmuştu. yüzümü assam bile fayda etmemiş, heeseung yanımdan kalkıp gitmişti. ırmağın çağlayan sesi bana keyif veriyor, huzur buluyordum. kraliyete yaptığımız ziyaretin üzerinden birkaç gün geçmişti. jong seong birkaç soyluyu ziyaret etmiş, dün birlikte londra'yı gezmiştik. yarın biricik erkek kardeşime veda etmek zorundaydım. eve dönmeyi istiyordum ama heeseung'ı bırakmak istemiyordum. o zaten benim evimdi. evimi terk edemezdim. duyduğum çıtırtı ile kafamı kaldırdım. yeri hızlıca bana doğru koşuyordu. elbisesinin eteklerini elinde sıkıca toplamış hali oldukça aceleci gözüküyordu. "ressam odette, efendim. küçük bey sizi çağırıyor. sanırım bir yolculuk yapacaksınız. hazırlamanızı istedi." kaşlarımı çattım.
"ne yolcuğu şimdi bu?" başını iki yana hızlıca salladı. bu hareketi ile bir tarafa düşen gözlüğünü düzeltti. onunla birlikte ormanın içinden çıktık. mâlikanenin geniş balkonunda heeseung, kollarını trabzanlara dayamış, düşünceli gözlerle bahçeyi izliyordu. ufak ve onu korkutmayacak adımlar ile yanına adımladım. "heeseung?" birkaç saniye sonra başını kaldırdı. "efendim güzelim?"
"iyi misin? çok düşünceli gözüküyorsun." burukça gülümsedi.
"iyiyim, yalnızca düşünüyordum işte. küçük bey seni çağırdı. içeri geçelim." ondan birkaç adım önde evin büyük kapısından girdim. içeride jungwon ve jong seong ses dahi çıkarmadan oturuyorlardı. halleri çok garipti. jong seong'un fransa'dan gelirken getirdiği orta boyutlu, deri bavul kapının ağzında duruyordu. önce bavula sonra ayaklanıp bana doğru yürüyen kardeşime baktım. "jong seong sorun ne?" bana sarıldı.
"fransa'dan yazı geldi. eve çağırılıyorum. birkaç sınır ihlali ve sorun varmış işte." gitmesini istemiyordum, ama bu vedanın elbet geleceğini biliyordum. ben de ona sımsıkı sarıldım. gözümden akan birkaç gözyaşına engel olamadım. geri çekildiğimde yüzüme baktı. "üzülmek yok, annesinin küçük prensi. kesinlikle ağlamanı istemiyorum. elbet bir gün eve birlikte döneceğiz." başımı salladım. yeniden sarıldık. başımı onun göğsüne yasladım. ağlama hissini durduramıyordum, ancak ağlamamakta karar kılmıştım.
"iskeleye kadar bana eşlik etmenize gerek yok. misafirperverliğiniz ve yaşattığınız güzel anılar için teşekkürler lord jungwon phantomhive. kendinize iyi bakın." jungwon ile el sıkıştılar. jungwon'un gözlerinde birkaç parça kırgınlık gözle görülür cinstendi. jong seong tam bir aptaldı.
❦
* roma - germen imparatorluğu ve protestanlar arasında yapılan otuz yıl savaşlarında, fransa katolik olmasına rağmen protestanları destekledi (1618 - 1648). bundan bahsediyor.
bu bölüm aurollic 'e ithaf edilmiştir.
![](https://img.wattpad.com/cover/322603894-288-k362079.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
chessman - heehoon
Hayran Kurguölüm melekleri, yalnızca ecel vakti gelmiş olan ruhları avlamalıdırlar. kâhyalarsa sadık bir gölge gibi efendilerini takip edip onlara itaat etmelidirler... bu yüce amaçların her ikisine de ihanet edişini izlemek, tam anlamıyla mide bulandırıcı. #1...