Güneş Bozdoğan'ı aşmış da Çınarlı'ya düşmüştü. Sabah ezanıyla kalkan köylü evvelden hayvanları çocuklarla bayıra salmışlardı. Erler tarlaya ekine giderken, kadınlar evlerini temizleyedurmuşlardı. On kadar kadın evin işini o günlük askıya almış Hatice Hanımların bahçelerinde toplanmışlardı.
"E ben geçeyim o vakit, Karaca'nın işi vardır belli ki geç gelecek. Biz yazaduralım, gelen kişi yorulandan alır oklavasını."
"Geldim Nazife Teyze geldim. Mehmet kalkmadı yataktan onu bayıra gönderene kadar işte öğlen oldu. Kusura kalmayın." Karaca cümlesini bitirir bitirmez herkesi selamlayarak senidin başına geçti. Herkes kendine bir iş bellerken eline aldığı ilk bezeyi hızlı hızlı döndürmeye başladı. Dakika dolmadı ki mahirce açtığı yufkayı besmeleyle bıraktı ağır ağır yanan sacın üzerine.
Kadınlar erkekleri çekiştirirken hepsi sanki akşamına aynı yatağa girmeyecekmiş gibi düşman belleyerek konuşuyordu sanki.
Karaca tövbe çekti. Bir gün seversem ve evlenirsem değil kocama laf söylemek kocası kendi kendine sövse onu sopalardı. İçten içe gönlünde bir yel esti. Gözünün önünde toy bir delikanlı canlandı. 2 seneye varmıştı görmeyeli ya onu, göresi vardı.
Hasretini çekiyorum, askerimin yolunu gözlüyorum dese, yavuklusu değildi ki...
O askere gittiğinde Karaca daha on yedisindeydi. Pek göz göze gelmezlerdi ya, uzaktan onu izlerken hayran olmuştu o Demir'e.
"Kız Hatçe, senin oğlan kandırır herhal sizi. 5 sene oldu ya kız sizinki gideli. Oralardan gelin bulmuş olmasın. Sahi nereyeydi bu Demir Efe?"
Hatice Hanım tepkisini ölçmek ister gibi Karaca'ya kısa bir an baktı. Elleri düzenini bozmadan işine devam etse de, gözleri dolmuştu herhalde. Hatice içten içe gülse de elindeki hamuru sıyırıp ters ters Döndü'ye baktı. "Beş değil, iki yıl oldu Demir'im gideli. Gelecek elbet. Gelince elbet gönlüne biri düşerse usulünce gider isteriz gelin kızımızı." Karaca büyüttüğü yufkayı yeniden saca sererken umarsız davranmak için çabalasa da Hatice Teyzesinin sözleriyle içinde canlanan kelebekleri bastıramıyordu. Elinde değildi, Demir'in gelini denilince hep onun yanında kendini hayal ediyordu.
"Tez gelir de inşallah kış çökmeden göbek atarız azıcık."
Kadınlar olmayan gelin ve damadın düğününü konuşurlarken Karaca en sessizleriydi aralarında. Büyüklerin yanında kendine soru sorulmadığı vakit konuşmaktan pek hoşlanmazdı. Kendi yaşıtı da yoktu şimdi burada. Herkes kızını, gelinini evde bırakmıştı. Karaca da Hatice teyzesinin ricasını kıramadığı için gelmişti zaten.
Kadınlar ikindi vaktine kadar iki koca yığın ekmeği açtılar. Günün sonunda ayırdıkları gözlemelik bezeleri hatrı sayılır kadar yapmış, muhabbetle yemeklerini yemişlerdi. Karnını doyuran iyi akşamlar diyerek ayrılırken geriye bir Karaca kaldı. "E hayde kızım, sen de gidesin evine. Yoruldun tüm gün. Toplarım ben burayı."
"Olur mu Hatice Teyze? El birliğiyle kaldırırız hemen." Hatice Teyzesine ortalığı toparlamak için yardım etti Karaca. Senitleri ve oklavaları evin ardında kalan küçük depolarına koydu, Hatice Teyzesinin çırptığı kilimleri birlikte dürdüler. Onları de kucakladığı gibi depoya kaldırdı. Geri döndüğünde bir sıcak sac kalmıştı. Onu da götüremezdi zaten. Giydiği şalvarını çırptı. Üzerindeki bluzunu eliyle üstün körü temizledi. "Güle güle yiyin Hatice teyze. Ben de kaçayım artık. Babamlar çoktan varmıştır eve."
Hatice, "İnşallah seninle yeriz güzel kızım." derken kendini bu kadar heveslendirmesine içten içe kızsa da çok seviyordu ya teni akça pakça olup adını saçının karasından alan bu kızı. Oğlu son mektubunda iki haftaya geleceğim demişti ya, onun mürüvvetinden başka bir şey düşünemez olmuştu.
Karaca pek düşünmedi üzerinde. Hatice'nin kolunun altına sıkıştırdığı bohçayı tuttu. "Uğraşma yemekle. Afiyetle yiyin. Babana, gardaşına selam söyleyesin." Karaca vedalaşarak ayrıldı onların bahçesinden. Yorgun bedenini ağır ağır evlerine taşıdı.
*
"Mehmet! Yetiş yetiş!" Ablasının feryadına koşturan Mehmet kucağındaki kendinden ağır olan süt kazanını aldı.
"Abla ne alırsın kucağına? De başından bana gelip alayım."
"Hele hele başka zaman olsa sana minnet edeceğim sanki?.. Dün ekmek yazarken ağrıtmışım, bugün de zorlayınca yetmedi gücüm işte. Sen sütü mutfağa bırakasın da, bir koşu Kamil Emmiden alacağımız bir emanet vardı onu alıp gel."
Mehmet mutfağa, sayacağın üzerine bıraktığı kazandan sonra ablasına döndü. "Abla emanet kapıya dayanılır istenilir mi? Dardadırlar belki."
Karaca kendinden uzun kardeşinin ensesine pek istediği gibi olmasa da bir şaplak attı. "Oradan salak birine mi benzerim Mehmet? Biliriz herhalde kapıya dayanılmayacağını. Kamil Emmi sabah demiş babama. Çocuklar eve varsın da Zeliş'ten alsınlar emaneti diye. Bugün Maraşlı gelecek. Evin eksiğini falan alırız." Maraşlı dedikleri ayda bir köye kamyonuyla gelen, içinde giysiden sabuna, erzaktan züccaciyeye her şeyi köye taşıyan biriydi. Kasabaya gidemedikleri aylarda genelde ufak tefek şeyleri ondan alırlardı.
"Abla giderim tamam da, Zeliş beni en son taşla kovaladı. Şimdi para istemeye mi gideyim kapısına?" Mehmet daha geçen hafta köyün zıpır oğlanlarıyla bahçelerden birine dalmışlardı. Göz hakkıdır diye kimse kimseye pek bir şey demezdi başkasının meyvesinden alırken ancak geçen hafta elma ağacını yağmalayıp birkaç ısırık aldıkları elmaları ağacın dibinde telef ettiklerinde Zeliha Hanım onları taşlayınca oğlanların adı hepten kınanır olmuştu. Mehmet'in kabahati olmasa da kurunun yanında yaş da yanıyordu işte.
"A Mehmet, ne diyeyim ben sana ha?" Karaca sitemle başındaki yazmasını çıkarıp odasına girdi. Bir yandan üzerini değiştirip bir yandan hala söyleniyordu. "O Halit'i tutma yanında diye kaç kez dedim ya sana... Hiç umrun değil amma. Köylüyü kendine hasım ediyorsun durduk yere." Üzerine yeşil, göğsünde düğmelerinden, belinde incecik aynı renkteki kemer gibi duran işlemesinden başka bir şeyi olmayan elbisesini giyindi.
"Tamam dedim ya abla. Uygun bir vakitte gidip özür dileyeceğim." Karaca siyah bir yazmayı başına geçirip ensesinden bağlayınca çıktı evden.
İlk önce Zeliş Teyzesine gitti. Onlardan aldığı parayı elbisesinin cebine koyup eli cebinde köy meydanına doğru ilerledi. Maraşlı gelmişti, bir iki kişi vardı önünde. Meydanın altındaki boş arazide çocuklar top koşturuyordu. Karadut ağacının altındaki sedirde üç yaşlı muhabbet döndürüyorlardı. Karaca ilk önce diğer kadınların işlerini bitirmesini bekledi. Sıra ona gelince evdeki eksikleri saydı bir bir. Erzak ve temizlik ihtiyaçları tamam olunca geçen aydan istediği kokuları da aldı. Aldıklarının ücretini öderken ardında bir uğultu oluştu. Herkes neşeyle birini karşılarken gözü kamyonun arkasında askıdaki elbiseye değmişti. Gönlü onu satın almak istese de daha geçen ay yeni bir elbise almıştı. Ki Maraşlı'nın verdiği para üstüyle o elbiseyi alacağını da zannetmiyordu. Yine de bir umut sordu. "Şu arkadaki elbise ne kadar abi?"
"10 kağıttır bacım."
"Tamam abi kolay gelsin sana." Poşetlerini yüklenip gideceği sırada Ramiz Dayı'nın yüksek sesiyle başını kaldırdı. "Ooo, Demir Efe! Tezkeren hayırlı olsun aslanım." Demir, onun elini öperken başını kaldırıp da karşısındaki kara gözleri görünce olduğu yerde duraksamıştı.
"Hayır olur inşallah dayı."
***
Bu hikayemi şu anki yaşımın getirdikleriyle değil, çocukluğumun geçtiği, en çok özlemini çektiğim yere ve yaşa yazıyorum. Hasretini çektiğim yere, seneler öncesine sizinle döneceğim.
Yaşanmış bir hikaye değil. Yani direkt tanıdığım birinin hikayesi değil ama muhakkak çoğu kişinin yaşadığı, ortak olan çok olay göreceğiz. Çünkü bu hikaye, anadolunun bağrındaki bir köyde. Köyün derdi de senelerdir benzer zaten...
Yeni bir başlangıç diyerek, ilk izlenimlerinizi sorsam?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KÖRDÜĞÜM: GÜLLER VE DİKENLERİ
Teen Fiction1970'lerden geliyoruz. * "Hava kararacak birazdan. Düş hadi önüme." Karaca şapşal şapşal yüzüne bakarken suratını da asamadı. İçi yanıyordu ama ona hep gülmeliydi sanki. Öyle de yaptı. Dudakları hafifçe kıvrıldığında Karaca da istemsizce gülümsedi...