Merhaba sevgili okuyucularım. Nasılsınız? Umarım iyisinizdir, her şey istediğiniz gibi ilerliyordur. 🤍
Bu bölümler KİTAP HALININ BÖLÜMLERİ, biraz daha yayınlayacağım burada. Farkları anlamanız açısından. Hem yeni okuyacakların da aklında küçük bir şeyler oluşur.
Tabii ben başta bölümler kalacak dedim, sonra kaldırdım mantık hataları fazlaca göze batıyor diye. Size söz veriyorum, ilk boş vaktim olduğunda eski bölümlerimizde ki mantık hatalarının olduğu yerleri düzelterek yayınlayacağım, bölümlerimizi yükleyeceğim. Oradan bizlerin yüzlerce yorumları var, emek var. Umarım kendimi ifade edebilmişimdir. Ben sizi anladım, sizler de beni anlarsınız.💕
Sizlere iyi okumalar, beni buradan ve İnstagramdan takip ederseniz sevinirim. Kitabımızın çıkmasına çok az kaldı ve ilk işim güzel çekilişlerle kitabı sizlere vermek olacak. 🙃
İnstagram: biliyoruzki
Twitter: biliyoruzki1İYİ OKUMALAR....
Gecenin içindeki ölüler nefesini kesiyorsa gündüz, kalabalıkta nefes almanın bir anlamı yok.
Sevgili günlük... 10/12/2004 19.19
İhanetin kanı parmaklarına bulaştığında sevgilim, canım, canından atacak.
Her satırda bir cümle, her cümlede acı dolu bir kahkaha varmış gibi. Bir alt satırda gözyaşı, mürekkep kısmında da damla damla kanlar dolu. Bir neşter, soğuğunu gözümün altına dayıyor, ben o satırları okudukça kendisini usul usul bana sürtüyordu. Biraz daha okuyorum, bu sefer neşterin soğukluğunu akan damlalar içine alıyor, sıcaklığını yanağıma akıtıyordu. Elimdeki kâğıtların sayısı tükendikçe neşter de tükeniyor ve beni akan damlalarla baş başa, bu odada yapayalnız bırakıyordu.
Bu notları bulduğumda geçmişe giderek rahatlayacağımı, sevilmeye muhtaç bir çocuğun saçlarını okşamak için kalkan merhametli bir el gibi görmüştüm ama her şey düşündüğümün aksine gerçekleşmişti. O el havalanmış ama geçmişle saçlarımı okşamamış, afili bir tokadı yüzüme yerleştirmişti.
Günün birinde merhametle kalkan her elin yüzüme çarptığını unutarak kendimi sevindirmiş, ardından ruhuma ihanet ederek beklentilerimi yakmıştım.
Masanın üzerine dağılan kâğıtların arasında dikkatimi çeken tek bir kâğıt vardı. Adeta ünlü bir oyuncu gibi ışığı üzerine çekmişti.
Bulunan son tarihli kâğıt.
Elinin değdiği son kâğıt.
Gözlerime sızan ve gözümü her açıp kapattığımda sızlatan ışığa rağmen o kâğıda bakmaya devam ediyor, anlamak için çaba sarf ediyordum. Yıllar sonra bulduğum bu kutunun gerçekliğini, eskiliğini kabullenmeye çalışıyordum. Bundan on altı yıl önce yazılmış olan yazının yirmi bir yaşındaki bir kızın hayatını etkilemesi, sayıların sadece bir şekilden ibaret olmadığını çektiğim sıkıntıyla göstermişti.
Sayılar büyüdükçe çektiğim sıkıntının azalacağını düşünmem bir hata, içine düştüğüm bir şeytan çukuruydu. Şeytan başını kaldırarak büyüdüğünü zanneden bu kıza haince sırıtıyor , içindeki hırsını daha da körükleyerek planlar kuruyordu. Aklındaki planlara değil yaşım, acım dahi yetmezdi.
Neydi bu şimdi?
Ne diye on altı yıl sonra tekrardan ortaya çıkarmış, gözler önüne sererek kendi ruhumu sınıyordum? İnsan, kendisinin en büyük şeytanıydı ve bunu gece yalnızken yapıyor, kendisini sıkıntıya boğuyordu. İnsan, elleri boynunda gezen ve her an kendi boğazını sıkacakmış gibi duran bir şeytandı. Şimdi o eller benim boynumda sarılı, şimdi o eller beş ya da altı yaşlarındaki çocuğun nefesini kesmekle meşgul.
Şimdi o parmak uçlarında bir çocuğun nefesi, bir şeytanın nefsi hâkim.
Ne zaman kapattığımı bilmediğim gözlerimi araladığımda hafifçe yerimde kıpırdandım, üzerinde oturduğum kahverengi deri koltuk gıcırdadı. Eski masa lambasının ışığı kudretini kaybetmediğini göstermek adına parlıyor, gözlerimi yakıyordu. Masanın üzerindeki kâğıtları toplama gereksinimi görmeden başımı kaldırdım ve hafifçe uzanarak lambanın düğmesini çevirdim, ışık bir anda söndü. Ani karanlığa batan gözlerimi kapattım, kaşlarım hafifçe çatılırken ellerimi yüzüme götürerek ovuşturdum. Mayışmanın, kendimi yatağa bırakarak düşünmenin zamanı değildi. Koridorda açık olan ışığın yansımaları odanın içerisine bir ruh gibi süzülürken yerimden kalktım ve çalışma odasından çıktım.
Evin içerisindeki sessizlik bir hayal kırıklığının sesi olduğunda koridorda adımlar atıyor, yeni aldığım botlarımın parkelerin üzerinde gıcırdamasana neden oluyordum. Derin bir nefes alırken çelik kapıya doğru ilerledim, ardından yere bıraktığım siyah çantamı elime aldım ve aynaya düşen yansımama bir kez daha bakmadan evden çıktım. Havanın ne kadar soğuk olduğunu aşağıya indiğimde, İzmir'in sert havası bir anda yüzüme çarptığında daha net hissetmiş, üzerime aldığım siyah montuma daha da sarınmıştım. Yüzümü buruşturdum, kıvırcık saçlarım arkaya doğru uçuşurken açıkta kalan boynuma rüzgâr bir jilet gibi sürtünüyordu. Olduğum yerde yavaşça durdum, ardından başımı kaldırarak site içerisindeki sakinliğe ve gökyüzüne baktım.
Çetin bir rüzgâr İzmir'i basmıştı.
O rüzgâr beni sarsıyor, iliklerime kadar bir benmişim gibi giriyordu.
Bugün, diğer günlere nazaran üzerime üzerime gelen rüzgârı izledim. Ağaç dallarını etrafa, tıpkı yukarıda bıraktığım günlük parçalarını etrafa savurduğum gibi savuruyor, öfkesini oradan çıkartıyordu.
Rüzgâr sessizdi.
Rüzgâr zordu.
Rüzgâr Çetin'di...
Montumun yakalarını kaldırdım ve çıplak kalan boynumu kapatarak sitenin çıkış kapısına ilerlemeye başladım. Burası şehrin ortasında olan büyük bir siteydi, bense bloğun en üst katındaki küçük evimde yaşıyordum. Kapıdaki güvenliğe başımı sallayarak selam verdikten sonra sokak lambasının altında kalan siyah arabama ilerlemeye başladım. Boğazıma batan bir kıymık varmış gibi art arda yutkunuyor, o acının geçmesini istiyordum ama bunda başarılı olamayacağımı anladığımda seri bir şekilde şoför koltuğuna oturdum ve zaman kaybetmeden sürmeye başladım.
Saat gece yarısına gittikçe yaklaşıyor, akrep ve yelkovan birbirlerine kavuşmayı bekleyen iki sevgili gibi kendilerini harcayarak ilerliyordu. Arabanın içerisindeki ışığı yakmadığım için içerisi loştu, altından geçtiğim sokak lambalarının kısık ışığıyla yetinmeye çalışıyordum. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra telefon ekranında gördüğüm aramayla birlikte telefonumu elime aldım, hoparlöre alarak aramaya cevap verdim.
"Efendim, Enes?"
"Neredesin, Sidal?" dedi gürültülü müziğin altında ezilen bir sesle. Kaşlarımı çattım ve onu duymaya odaklandım. "Burası çok yoğun."
"Fark ettim," diye mırıldandım ama bu dediğimi duyduğunu sanmıyordum. "Yoldayım, birkaç dakikaya orada olurum."
Birkaç şey dedikten sonra telefonu yüzüme kapatmıştı ama ben seslerden dolayı ne dediğini anlamamıştım. Ne demişti? Telefonu montumun cebine sıkıştırdıktan sonra yol boyunca sadece aklıma o eski günlük parçaları gelmişti. Babamın odasından çıktığını, teyzemin o kâğıt parçalarını hınçla bir kutuya koyarak çöpün kenarına koyduğunu hatırlıyordum. Yağmur altında o kutuyu almış, saklayacak bir yer aramıştım ama bulmak hiç kolay olmamıştı. Birkaç saat önce ders çalışırken aklıma gelmiş ve tekrardan çıkartarak düşünmeye, bir çukura adım adım girmiştim.
Geçmişi kazıdıkça tırnaklarımın arasına topraklar değil, kanlar giriyordu. Kanları gördükçe daha büyük bir hırsla kurcalıyor ama bu çabam bileklerime kadar gelen kanlarla birlikte sona eriyordu. Derin bir nefes aldım ama bu nefes daha ciğerlerime inemeden tıkandım, hafifçe öksürdüm.
Bu gecenin yoğun olduğunu söylemişti, Enes. Başım bu kadar gürültüyü ve yorgunluğu nasıl kaldıracaktı bilmiyordum. Bu bedenen bir yorgunluk değildi. İnsan uyur, oturur, gözlerini kapatsa dahi dinlenebilirdi ama ben bunların hepsini yapmama rağmen hâlâ yorgundum. Bu yorgunluk ruh yorgunluğuydu. Bu yorgunluk uykuyla değil, beklentiyle dinecek bir yorgunluktu. Düzenine alışmış her ruh gibi bu düzenin içerisinde sıkışıyor fakat bundan kurtulmak istiyordum.
Araba dik yokuşu çıktıktan sonra ara sokağa park ettim, ardından çantamı almadan arabadan inip yokuşu çıkmaya devam ettim. Birçok mekânın bulunduğu bu yokuşta neredeyse hiç gece olmuyordu; çünkü ışıklar bir güneş gibi parlamaya devam ediyor, kimin ne yaptığını göstermek için hep yanıyordu. Ellerimi montumun ceplerine soktuğumda kıvırcık saçlarımdan bir tutam gözümün önüne düşmüş, baktığım yeri kısıtlamıştı. Kapının önündeki hafif kalabalığa göz atarken yanımdan gelen sesle bir an irkildim, ardından başımı sol tarafa çevirerek bana bakan Ali abiye baktım.
Adamın kırışmış alnına, çökmüş göz altlarına bakarken, "Efendim, abi?" dedim. Ona doğru dönerek tam önünde durdum. İçerideki müzik çok fazla dışarıya sızmıyordu ama sokaktaki gürültü sesimi bastırıyordu. Ondan kısa olduğum için hafifçe başımı kaldırdım ve karşımdaki orta yaşlı adamın siyah gözlerine baktım.
Üst dudağını kapatan siyah bıyıkları komik bir şekilde hareket ederken, "Geç geldin bugün," dedi, ardından gözlerimin tam içine bakarken bir gözünü kırptı. "Bir sorun mu var?"
Cıkladım. "Bir sorun yok, saatin nasıl geçtiğini anlamamışım," dedim sıradan bir yalanı sıralarken. Yalan söylediğim hâlde adamın gözlerine bakmaya devam ederken, "Mekân kalabalıkmış," dedim laf olsun diye. "Yorucu bir gece olacak."
Elindeki yarılanmış sigarasından bir nefes içine çektiğinde dişlerimi birbirine bastırdım, nikotin ihtiyacımı bastırmaya çalıştım. Dudaklarının arasından dumanlar çıkarken, "Öyle," dedi durağan bir sesle ve arkamda kalan kalabalığa kısaca göz attı. "Bir tane adamı dinlemeye gelmişler, Enes'in arkadaşıymış... Ondan bu tantana."
Kaşlarımı önce merakla çattım, ardından kim olduğunu merak etmediğimi fark edince, "İyi," dedim ve hafifçe gülümsedim. "Ben iş başı yapayım, sonra Enes çok konuşuyor."
Ali abi bu dediğime gülerken, "Hem de nasıl," diye abartıyormuş gibi konuştu. "Dırdırı bitmez. Pelin'den daha fazla konuşuyor."
Dudaklarımda daha geniş bir gülümseme oluşurken, "Şşştt!" diye mırıldandım. "Duyar şimdi, kulağı keskindir onun." Birkaç saniye gülüştükten sonra ısınmış elimi montumdan çıkardım, Ali abinin koluna dostane bir şekilde vurduktan sonra, "Çıkışta görüşürüz," dedim ve yandaki korumanın araladığı kapıdan içeriye girdim.
İçerideki koku ve gürültü ilk dakikadan arkamı dönüp gitmemi söylerken birkaç adım daha attım ve ortaya doğru ilerlemeye başladım. Burası iki taraflı olan bir bardı. İlk giriş kısmındaki yerde saatler ve şarkılar daha yavaş ilerler, gürültü çok fazla olmazdı. Sağ taraftaki koridordan geçtikten sonra ise diğer tarafa geçiliyordu. Gürültünün ve nabzın yüksek olduğu alan... Burada da gürültü çok fazla olmazdı aslında ama Ali abinin dediği gibi içerideki şarkıyı söyleyen adamı dinlemeye gelen insanların konuşmaları gittikçe yükselmişti.
Çözemezsin yok, bu düğüm kördür...
Bak şu gönül tutuşuyor yine son birkaç gündür...
Bir an şarkıyı söyleyen adamı görmek için parmak uçlarımda yükseldim ama tek gördüğüm şey kısık ışıkların altındaki karanlıktı. Başına geçirdiği kapüşonlu ceketini, ardından kollarının arasına aldığı gitarını fark etmiştim. Gitarı çalmıyor ama hâli hazırda kucağında bekletiyordu. Birkaç saniye daha yüzünü görmek için uğraştım ancak göremeyeceğimi anladıktan sonra tekrardan iki ayağımın üzerinde durdum, ardından saf saf ortada kalmak istemediğim için bar kısmına doğru ilerlemeye başladım. Enes'in de dediği gibi içerisi kalabalıktı, garsonlar siparişlere yetişemiyordu. Arada bir gördüğüm Cihan'ı gördüğümde, "Cihan bile gelmiş," diye mırıldandım. Cihan normalde işten kaytaran, Enes'le arası iyi olduğu için atılmayan elemandı.
Montumun fermuarını indirirken, "Açılın yoldan, barmaidiniz geldi!" diye yüksek sesle konuştum. Maalesef sesim en köşede olan barmen çocuğa gitmese de siparişlerin hazırlanmasını bekleyen Cihan beni duymuştu.
Tahtayı kaldırmadan alttan eğilerek geçen bana bakarken, "Neredesin sen?" diye sert bir cevap verdi. "Daha gecenin başı, biz burada ölüyoruz ama Sidal Hanım geç geliyor. Te Allah'ım!"
Ters ters ona bakarken, "Hâlâ konuşabilecek kadar bir nefesin olduğuna göre ölmemişsin," dedim ve montu üzerimden çıkardım, siyah bir cropla kaldım. Derin bir soluk alırken Cihan'ın ışıklar altında altın gibi parlayan kahverengi gözlerine baktım. Kendimi tutamayarak hafifçe sırıtırken, "Tamam, tamam," diye mırıldandım. "Geç kaldım biraz, şimdi başlarım."
"Bu mekânı ben dışında kimse düşünmüyor," dedi ve bar tezgâhına karnını yasladı, daha rahat duymam için üzerime eğildi. "Ben olmasam siz," diyerek etrafa kısaca bir göz attıktan sonra mavi gözlerime baktı ve "Sizler bitersiniz," dedi memnuniyetsizlikle.
Başımı olumlu anlamda sallarken, "Çok haklısın," dedim abartılı bir sesle. "Bir daha geç kalmam."
Başını sallarken barmenin hazırladığı tepsiyi kontrol etti. "Aferin. Böyle olun, canımın yiyin." Gözlerime bakıp gülümsedi, ardından eline dolu tepsiyi alarak arkasını döndü ve bağırarak, "Bu gece kimler eski sevgilisini aramak için kusana kadar içecek?" dedi.
Onun bu hâline hem gülmüş hem de gözlerimi devirerek önlüğümü elime almıştım. Sahnedeki adam girişte çaldığı şarkıyı birkaç kere daha söylemişti. İnsanların yavaş yavaş alkolün etkisiyle sessizleştiğini, bakışlarını içlerindeki kendilerine çevirdiklerini gördüğümde rahatlamış, bardaklarımı havluyla temizlemeye başlamıştım. Gelen servisleri yeni gelen barmen hazırlıyor, bana soluklanmam için fırsat tanıyordu. Saatlerce ayakta kalmaya alışkındım ama bugün giydiğim botlarım ayaklarımı sıkmış, rahatsız etmişti.
Kalçamı tezgâha yasladığımda herkes arkamda kalmıştı, ben ise raflardaki şişeleri inceleyerek bardakları siliyordum. Elimdeki kadehi beyaz bir havluyla temizlerken, "Bir viski!" diye seslenen arkamdaki ince sesi duydum. Elimdeki havluyu önlüğümün önüne yerleştirdiğimde genç oğlanın, arkamdaki siparişi duymadığını fark ettim ve sıkıntılı bir nefes vererek arkamı döndüm. Kadın yarı baygın gözlerle bana bakarken, "Viski," diye yineledi siparişini.
Başımı bir kere sallarken, "Hay, hay," dedim ve ters çevrilmiş kristal kadehlerden bir tanesini aldım. Raflarda bulunan ve az kalmış kehribar rengindeki içkiyi kadehe doldururken kadının bana baktığını ama beni görmediğini anlamaya başlamıştım. Mavi gözlerinin ardındaki her neyse görmesini engelliyor, ince bir perdeyi çekiyordu. Şişenin kapağını kapatarak tezgâha bıraktığımda, "Buz?" diye sordum ve başımı kaldırarak kadına baktım.
Kadın bir süre bana baktı, ardından yeni anlamış gibi başını iki yana sallayarak, "Kalsın," dediğini kısık sesle duydum.
Kadehi kavradığım gibi hızla ahşap tezgâhın üzerine koydum, ardından parmak uçlarımla kadına doğru hafifçe ittirdim. Kadının ara ara şüpheye düştüğüm renkli gözlerine bir süre daha baktıktan sonra onun da gözlerinin benim gibi mavi olduğuna karar vermiş, tekrardan havlumu elime alarak bardakları silmeye devam etmiştim ama bu sefer yüzüm içeriye dönüktü. İçeriye daha fazla ağırlık çökerken başımı kaldırdım ve bu sefer şarkı söyleyen adama baktım.
Ayaktaydı ve uzun boyu ilk dikkatimi çeken nokta olmuştu. Fazla kaslı veya yapılı bir adama benzemiyordu ama diğer dikkatimi çeken nokta, karanlıkla bir bütünlük kurmuş gür saçlarıydı. Elindeki gitarı yere bıraktı, ardından ellerini ceketinin ceplerine sokarak arka tarafa doğru ilerlemeye başladı.
"Hamileyim!"
Kaşlarımı çatarken bir süre daha karanlıkta kaybolan o adamı istemsizce izledim, ardından arkamı dönerken, "Bir şey mi dediniz?" diyerek o kadına döndüm. Üzerinde kırmızı bir gece elbisesi varken, siyah küt saçları omuzlarına sürtünüyordu. "Duyamadım sizi."
Kadının ince parmaklarının arasında bir oyuncak gibi çevrilen kadehe kısaca baktıktan sonra başımı kaldırdım ve kadının bir şey demesi için beklentiyle yüzüne bakmaya başladım. İçerideki müzik sesi kendisini hafif melodiye bırakmış, insanların dudaklarından çıkan kelimeler bir elin parmağını geçemeyecek kadar azalmıştı. Kadının donuk gözleri benim gözlerime yükseldiğinde, "Hamileyim!" diye daha net bir şekilde konuştu.
Kaşlarım o an havaya kalkarken bir süre sarhoş olup olmadığını test etmek adına gözlerine baktım, ardından bakışlarım yavaşça parmaklarının arasındaki kadehe döndü. Bir yudum aldığı bile belli olmuyordu. Bakışlarım kırmızı elbisesinin altındaki karnına inmeden gözlerimi kaldırarak onun gözlerinin içine baktım. Hamile miydi? Kaç yaşındaydı? Yirmilerinin sonunda duruyordu. Hamileyse o içkiyi içmesi kötü olacaktı. Belki aldırmak gibi bir düşüncesi vardı? Başımı bir kere sallarken, "Peki," dedim diyecek bir şey bulamayarak. Senin adına sevindim mi demeliydim? Bebeği isteseydi alkolün çocuğa zararlı olduğunu biliyor olmalıydı.
Kadın sanki bir şey diyemememi komik bulmuş gibi hafifçe güldü ama dolgun dudaklarına yayılan gülümseme gözlerine ulaşamamıştı. "Şaşırman çok normal," dedi ve beni izlemeye başladı, kadehi hâlâ tezgâha sürterek çeviriyordu. "Hamileysem burada ne işim var?"
Derin bir nefes aldım, ardından o nefesi geri bırakmadan, "İronik durdu sadece," dedim umursamaz durmaya çalışarak. Dudak büzdüm, omuz silktim. "Ama kendi bileceğin bir şey, bir şey diyemem."
"Ben de bir şey diyemiyorum," dedi bulanık bir sesle. Bir mehtabın içerisinde yayılmış o sandalda boşa kürek çekiyor, bulanık suya gözü kayıyormuş gibi mavi gözleri sağa sola hareket ediyordu. "Şaşkınım, otuz iki yaşında olmama rağmen korkuyorum, beklenti içerisindeyim... Karışık bir hâldeyim."
Kalçamı tezgâha yasladığımda kadınla aramda sadece tezgâh kadar mesafe vardı. Mekânın içerisine göz atarken, "İstemiyor musun?" diye sorarken buldum kendimi. Ne haddimeydi? Ne diye böyle özel bir soruyu hiç tanımadığı birisi olarak sorardım? Bu hâlime canım sıkılırken yanak içimi dişlerimin arasına aldım, susmaya başladım. Özel bir şeyse neden hiç tanımadığı birisine kendisini döküyordu ki? Birisi mi yoktu? Bu daha korkunç geliyordu kulağa. Kendini bir yabancıya anlatacak kadar yalnız kalmış bir insan...
Birkaç dakika sustu. Cevap vermek istemiyor diye düşünürken cevap verdi: "Onu da bilmiyorum... Yani, durumlar karışık." Otuz iki yaşında olmasına rağmen neden daha toy, daha genç biri gibi cevaplar veriyordu?
Kaşlarım hafifçe çatılırken, "Neyi bilmiyorsun?" diye mırıldandım ve başımı çevirerek hâli hazırda beni bekleyen mavi gözleriyle karşılaştım. Sanki bir aynaya bakıyordum ama arada iki fark vardı. Onun saçları kısa ve düzdü, benimkiler ise uzun ve kıvırcıktı. "Çok bir şey bilmene gerek yok, kendini ve hislerini bilsen yeterli."
Taburede öne doğru kayarken, "Babası istemiyor," dedi tedirginlikle ve o an onun gözlerinin yavaşça dolduğunu hissettim. Şimdi karşımda bir kadın değil, sokak ortasında ne yapacağını bilmeyen bir genç kız vardı, hatta bu genç kızın eline tutuşturulmuş bir bebek... Titreyen elleriyle ısınmış viski kadehini kenara ittirdi, kollarını tezgâha koyarak bana doğru eğildi. "Çok seviyorum kendisini ama bebeği kabul etmiyor, ben de arada kalıyorum... Onun istememe nedenini anlayamıyorum! Öyle ailevi sıkıntıları olan, birilerine izahat veren birisi değil, kendi başına hayatı olan birisi. " Başını iki yana sallarken, "Anlamıyorum," dedi hızlıca. "Kariyerini de etkil..."
"Sen?" dedim lafını bölerken. "Bana hep babasını anlattın, şimdi asıl olanı söyle," dedim ve kollarımı onun gibi tezgâha koyarak yüzüne doğru eğildim. Normalde böyle muhabbetleri seven birisi değildim ama bu gece bu kadının derdini dinlemek, ona yardımcı olmak istemiştim. Kadının yüzüyle aramda sadece bir karışlık mesafe varken, "Sen bu çocuğu istiyor musun? Bunu kendine sordun mu?" diye sordum hızla.
Durdu.
Sadece durdu ve gözlerime boş boş bakmaya başladı. Kendisini düşünmeyen her insan uçuruma doğru azimle koşar, ardından yolun sonunda tek ölenin sadece kendisi olduğunu fark edince dururdu. O da duruyordu. Şimdi o uçurumun kenarında kendisini ilk defa düşünüyor, büyük bir pişmanlıkla kendini sorguluyordu. Ne yapacaktı? Bu kadar koştuğu boşa gitmesin diye atlayacak mıydı yoksa kendisini düşünerek koştuğu yolları sürünerek geri mi dönecekti?
Aradan hayatı sorgulayacak kadar zaman geçtikten sonra, "İstiyorum dedikten sonra daha kötü olacakmış gibi geliyor," dedi durağan bir sesle. Gözleri bir yere sabitlenmiş, oraya bakarak konuşuyordu.
"İstemiyorum dediğinde mutlu olacak mısın?"
Kadının mavi gözleri benim gözlerime yaslandığında, "Hayır," dedi. "İstemiyorum diyerek aldırırsam da mutlu olamam gibi... Kara bir bulut çöker üzerimize ve ben o buluttan kurtulamam."
Kalbim hafifçe sıkışırken derin bir nefes almaya çalıştım ama yine başarısız oldum, o tam nefesi içime çekemedim. Kadınla konuştukça içim hem daralıyor hem de ona yardımcı olabilmek beni mutlu ediyordu. "İstediğini yap, doğurmak istiyorsan doğur," dedim hızlı hızlı. Artık o tedirginlik gözlerinden yavaşça geriye çekiliyor, bana saf bir ümit ve beklentiyle bakıyordu. "Bu hayatta bir adamla var olmadın ama..." Bakışlarım dümdüz, birkaç ay sonra belki de şişecek olan karnına indiğinde, "Ama o seninle var oldu," dedim kısık, yoğun bir sesle.
"Doğru," dedi fısıltıyla ve gözlerime dolu dolu baktı. "Babası istemedi ama olsun, ben isterim... İster miyim?"
"O seni ister," dedim gülümserken. "Seni isteyeni iste, çünkü tek sevgiyi oradan göreceksindir. Babasının sana, senin o adama ihtiyacın geçici ama bir bebeğin anneye olan ihtiyacı her zaman var, göz yumulamayacak kadar çok sana ihtiyacı var."
Kadınla olan konuşma saatlerin hızıyla artmış, artık gözlerinde gördüğüm tek şey ümit olmuştu. Benden yaşça büyük olmasına rağmen sorular soruyor, heyecanlı heyecanlı etrafa bakıyordu. Arada bir yüzüne oturan tereddütü görmezden gelemezdim ama bu birkaç saniyelik durgunluktan ibaretti. Umut ediyordum ki bu kapıdan çıktıktan sonra da yüzüne o tedirginlik ve korku uğramaz, kendini ve çocuğunu düşünerek kararlar verirdi.
Hayatta sevdiğimiz insanlar olur, bazı dönüm noktalarında da onları düşünerek kararlar vererek hayatımıza şekil verirdik ama bazı dönüm noktaları olurdu ki geri dönülemezdi. Geriye bakıldığında daha farklı bir biz görürdük. Böyle kararları maalesef ki hayatımızdaki en yakınlarımızı görmezden gelerek kararlar vermeli, ona göre ilerlemeliydik. Çünkü günün birisinde sizi birisi bırakmasa dahi ölüm sizi ayırır ve siz, yine o yolda yapayalnız kalırsınız.
En son adım atmayı bilmediğin o dönüm noktasında sonunu yaşarsın.
Kararlar tek başına verilirdi çünkü sonucu tek kişi yaşardı.
"Yaparım," dediğini duydum, meyve suyunu kafasına dikmeden önce. Viskiyi almış, onun yerine ona meyve suyu vermiştim. Bar taburesinden ayağa kalktığında, "Başarabilirim," dedi kendinden emin bir şekilde.
Onun bu hâline hafifçe sırıtırken, "Tabii..." dedim sondaki 'i' harfini uzatarak. Tezgâhtaki bezi yerine yerleştirirken çantasından cüzdanını çıkarmaya çalıştığını gördüm. Elinin üzerine aniden elimi koyarken, "Boş ver," dedim hızla. "Bu benim ikramım olsun."
Başını sallarken, "Sağ ol," dedi ve çantasını eline alarak çıkışa gitmek için hazırlandı. Kafası o kadar dalgın olmalıydı ki bana selam bile vermemişti.
"Dursana!" diye seslendikten sonra durup durmadığına bakmadan tezgâhın üzerindeki sipariş defterlerinden bir tanesini aldım, ardından pilot kalemle beyaz kâğıdın üzerine numaramı yazmaya başladım. Bekliyor muydu bilmiyordum ama ben yazmaya devam ediyordum. Kâğıdı rastgele kopardıktan sonra başımı kaldırdım ve onun beklenti dolu gözleriyle göz göze geldim. Beklemişti. Elimdeki kâğıdı uzatırken, "Bu benim numaram," dedim hızla ve gülümsedim. "Durumdan beni haberdar etsene, merak ederim."
Kadın bir kâğıda bir bana bakarken uzanıp kâğıdı eline aldı, ardından gülümseyerek başını sallarken, "Pekâlâ," dedi memnuniyetle. Kâğıdı çantasına yerleştirirken, "İsmin ne?" diye sordu ilk defa aklına gelmiş gibi. "Sormayı unuttuk ikimiz de..."
"Sidal Boran!"
"Boran..."dedi düşünceli bir sesle ve gözlerimin içine düşünüyormuş gibi bakmaya başladı. "Bir yerden tanıdık geliyor... Neyse," dedi.
Mırıldanmalarını duymazdan gelirken, "İsmin?" diye sordum.
Kadın o an hızla elini bana doğru uzatırken, "Elif Kurşun!" dedi ve tatlı bir şekilde tebessüm etti. "Unutma ismimi... Seni arayacağımdan şüphen olmasın, Boran."
Elini sıkı sıkıya tutarken, "Sen de unutma," dedim ve hafifçe kıkırdadım. "Senden haber bekliyorum." Kadın arkasını dönüp kapıya doğru ilerledi ve bir kere daha arkasına bakmadan gitti. Arar mıydı, gelir miydi tekrardan bilmiyordum ama bu kadında beni etkileyen bir şeyler olduğu kesindi.
"Sid, Sid, Sid," diye mırıldanan sesle birlikte başımı sağ tarafa çevirdim ve bana doğru eğilmiş Enes'i gördüm. Kahverengi saçları dağılmış, beyaz gömleği kırışmıştı. Hafif bir ıslık çaldıktan sonra, "Kim o kadın?" diye sordu merakla.
Tezgâhın üzerindeki sigara paketine uzanırken, "Müşteri," dedim kısaca ve ince bir dal sigarayı çıkartarak dudaklarımın arasına sıkıştırdım.
Enes, tabureye iyice yerleşirken, "Bir müşteriye göre epey samimiydiniz," dedi şaşkınlıkla ve bana baktı. "Sen ve müşterilerle konuşmak? Sen ve müşteriler? Müşteriler ve sen?"
"Embesil değilim, anladım dediğini," dedim çakmak ararken. Neredeydi? Enes cebinden kırmızı bir çakmak çıkardı ve tezgâha bıraktı, zaman kaybetmeden kırmızı çakmakla sigaramı tutuşturdum ve derin bir nefesi içime çekerken Enes'in bana odaklanmış gözlerine baktım. "Kadın konuştu, konuşması sarınca telefon numaramı verdim, o kadar," dedim ve umursamaz bir eda ile omuz silktim.
Enes bir kolunu tezgâha yaslarken, "Öyle olsun," dedi düz bir sesle.
Sigaranın yarısına gelene kadar konuşmamıştım, ardından Enes'in yanındaki boşluğu fark edince, "Pelin nerede?" diye sordum yavaşça.
Telefondan başını kaldırmazken, "Evde," dedi düz bir sesle ve mesaj yazmaya devam etti. "Çeyiz işini hallediyorlar, düğüne az kaldı."
Başımı sallarken, "Beni de yarın gelinlik provası için çağırdı," dedim düşünceli bir sesle. Saat çoktan gece yarısını geçmişti, hatta birkaç saat sonra güneş doğacaktı. Öğleden sonra dersimi ve Pelin'le buluşmayı ekersem uyuyabilirdim ama bu imkânsızdı. Sigaranın uzamış külünü siyah kül tablasına bırakırken, "Şu düğün faslı bitse de kurtulsak," dedim bunalmış gibi.
"Hay sen bunu bir de bana sor!" dedi Enes ve bir anda sertçe telefonu tezgâha bıraktı. "Hiçbir eksiği bitmiyor, hep bir şeyler eksik!" dedi abartılı bir sesle ve gözlerimin içine baktı. "Neymiş, girişte özel çikolatalar dağıtılacakmış, çıkışta misafirlere başka hediyeler verilecekmiş... Kafayı yiyeceğim!"
"Sabrın sonu selamettir," dedim ama kendimi gülmekten alıkoyamadım. Pelin ve Enes uzun süredir birlikteydi ve en sonunda zorlu bir süreçten sonra evlenmeye karar vermişlerdi ama Enes'e göre bu düğün hazırlığını göreceğine Pelin'in babası tarafından her hafta dayak yemeye razıydı. Pelin her an bir sorun çıkacakmış gibi yedekli eşyalar alırken, bu duruma içerleyen Enes'in dırdırını bizler çekiyorduk.
Sigarayı kül tablasına bastırarak söndürürken, "Ben birazdan çıkarım," dedim ve birkaç kişinin yarı sızarak oturduğu masalara baktım. Enes'in kahverengi gözlerine tekrardan bakarken, "Yarın çok işim var, yeter bu kadar bana," dedim sakinlikle.
Başını sallarken, "Kasadan günlüğünü al," dedi ve esneyerek bana baktı. "Aslında senden bir şey isteyeceğim," dedi sessiz bir mırıltıyla.
"Borç veremem," dedim hızla ve belime bağlı olan önlüğün kuşağını açmaya başladım. "Yirmi bir yaşında bir öğrenciyim, benden zırnık çıkmaz sana."
Enes alınmış gibi yan gözle bana bakarken, "Arkadaş olmasak alınacağım," dedi kısık bir sesle. "İnsan arkadaşına yardımcı olmaz mı? Olur ama sen olmuyorsun!"
Yapmacık bir şekilde gülümserken önlüğü tezgâhın üzerine bıraktım. "Kusura bakma, Enes, maddiyat konusunda pek dost canlısı değilsin." Daha çok gülerken, "Ne istiyorsun?" dedim yavaşça.
"Benim bir arkadaşım var," dedi ve başını çevirerek şu an boş olan sahneyi gösterdi. "Bu gece burada şarkı söyleyen kişi..."
Kaşlarım hafifçe çatılırken,"Eeee," diye mırıldandım.
Kahverengi gözleri gözlerimi nişan aldığında, "Onu evine bırakabilir misin?" diye kısa bir ricada bulundu.
"Sebep?"
"Eve bıraksana," dedi hızla.
Elimi tezgâhın kenarına koyarken Enes'e doğru yaklaştım. Gözlerine daha yakından bakarken, "Bu arkadaşının taksi denen şeyden haberi yok galiba," diye şüpheyle mırıldandım. "Ya da senin bir arabaya sahip olduğundan?"
"Pelin'i görmeye gideceğim ve yollar ters düştüğü için ben bırakamam," dedi yavaşça ve taburede dönerek tamamen karşımda durdu. "Taksi meselesine gelirsek... Kendisi pek fazla arkadaş canlısı bir insan değildir, hem evi zaten senin iki alt sokağında, yakınlarda bıraksan da olur." Ben bir süre boş boş Enes'in yüzüne bakmaya devam ederken, "Sorun çıkaran bir tip değil, alkollü de değil, başına iş açmaz," dedi içimi rahatlatmak ister gibi.
"Neden ben?" diye söylendim ve kıvırcık saçlarımı omuzumdan arkaya attım. "Güneş birazdan doğacak, sen beni nelerle meşgul ediyorsun?"
"Hadi ama Sid," diye ısrar etti, ardından tezgâhın üzerinde bulunan ve Pelin tarafından aranan telefonunu eline alarak tabureden kalktı. "İşin düşerse ben de sana yardımcı olurum, boş bırakmam."
"Sus!" diye hafif bir sesle tersledim ve ona yan gözle baktım. "Söyle o arkadaşa, dışarıda beklesin, ben beş dakikaya çıkacağım."
Enes hızla başını sallarken, "Giderken bir şişe şarap alabilirsin, kızmam," dedi ve sırıttı.
Onaylamaz bir şekilde onu süzerken, "Git nişanlının yanına, çok konuştun bugün," diye mırıldandım ve bir şey demesine izin vermeyerek arkamı döndüm ve tahtayı kaldırarak tezgâhın dışına çıktım. İçeridekiler temizliğe başlamış olmalıydı, o ağır içki ve sigara kokusu ya temizlik malzemeleri yüzünden ya da açılan pencereler yüzünden azalmıştı. Arka taraftaki lavaboyu kullandıktan sonra kıvırcık saçlarımı düzeltmiş, ardından montumu giyerek dışarıya doğru yürümeye başlamıştım. Enes çoktan gözden kaybolmuştu.
Adımımı dışarıya attığım anda sert esen rüzgâr bir kırbaç gibi yüzüme acımasızca çarpmış, bir anda neye uğradığımı şaşırtmıştı. Yüzümü buna buruştururken, "Seninki aşağıda," diyen sese döndüm. Elinde tuttuğu sigarayı karşıda içen Ali abiyle göz göze geldiğimizde çenesini kaldırdı ve yokuşun aşağısındaki bir yeri gösterdi. "Enes söyledi, o adamın yanına gidecekmişsin."
Başımı çevirdiğimde bir süre yarı kalabalıkta bu kişinin kim olduğunu aradım. Ben bu adamı görmemiştim, ismini sormak da aklıma gelmemişti. Nereden anlayacaktım? Bir süre oraya baktıktan sonra sadece bir kişinin sabit şekilde durduğunu, başını bu tarafa doğru kaldırarak baktığını fark ettim. Altında bulunduğu sokak lambası sırtına düştüğü için yüzü fazla seçilmiyordu ama saçlarından dolayı o kişi olduğunu anlamıştım. Başımı sallarken, "Sağ ol abi, iyi akşamlar," dedim ve ellerimi tekrardan montumun ceplerine sokarak yokuş aşağı inmeye başladım. Her adımımda küçük taşlar kayarak benden önce ilerliyor, her adımımda o silüetin netliği kendini bir ayna gibi belli ediyordu.
Her adımda kendimi görüyormuş gibi hissediyordum.
Aramızda birkaç adım kala omuzunu sokak lambasının gri yüzeyinden ayırdı, başını bana doğru eğerken, "Sidal Boran?" diye sordu kısık, düz bir sesle. Bir adım attı ve o an onun benim üzerimde dans eden ela gözlerini gördüm. Tamamen bana odaklanmış ela gözlerine bakarken, "Enes'in arkadaşı?" diye sordu daha net bir sesle. Sanki konuştukça kendine geliyormuş gibiydi.
Başımı sallarken, "Benim," dedim sakinlikle. Başımı çevirip sağ tarafta kalan ıssız sokağa kısaca göz attım. "Gidelim mi? Hava biraz soğuk," diye mırıldanırken başımı çevirdim ve ona baktım ama onun gözleri benim gözlerimde ya da yüzümde değil, omuzlarımdan aşağıya dökülen kıvırcık saçlarımdaydı. Dikkatlice onlara bakıyor, sanki orada bir şey bulmayı ister gibi bir ifade takınıyordu. Kaşlarımı hafifçe çatarken onun bu değişik gelen hâline baktım, ardından hafifçe boğazımı temizleyerek hâlâ burada olduğumuzu hatırlattım.
Bir transtan çıkmış gibi ela gözleri titredi, ardından gözleri hızla mavi gözlerimi bulurken, "Olur," dedi dipten çıkmış gibi bir sesle. Nefesi hızlanmış, dolgun dudakları nefes almak için aralanmıştı.
Başımı hafifçe sallayarak adım atacağım anda havalanan ayağım tekrardan yeri buldu ve ben ilk defa gördüğüm bir şeye bakıyormuş gibi bakışlarımı onun keskin çenesinin altındaki boynuna indirdim. İnce ve beyaz boynunun etrafını saran ve dövme olarak düşündüğüm dikiş izleri hem dikkatimi çekmiş hem de dehşet dolu bir ifade kazanmamı sağlamıştı. Sanki bir yaranın eseri olan dikiş izleri şeklindeki siyah çizgiler bir kadere yakışan düğüm gibi boynunu sarmış ve dikkat çekmesini beklemişti. Bir insan neden boynuna dövme yaptırırdı? Bir insan neden boynuna dikiş izi şeklinde dövme yaptırırdı?
Biraz daha orada durup onun dövmesini incelemek cazip gelse de hem bunu yapamamam hem de yorgunluğum ağır bastığı için adamın yanından geçtim, sağ taraftaki sokağa saparak arabama doğru ilerlemeye başladım. Arkamdan gelen adım seslerini ve benden önce giden büyük ve uzun gölgesini izlerken yürüdüm, ardından cebimden anahtarı çıkarak kapıları açtım. Arabanın ışıkları ileriye doğru hızla uzanırken karanlık sokakta az da olsa ışık oluşturmuştu. Normalde yabancı bir insanla yan yana bulunmak dahi hoşuma gitmez, beni korkutabilirdi ama güvendiğim bir şey varsa o da Enes'in güvenmediği birisini yanıma asla vermeyeceğiydi. Eğer bu adama güvenmemiş, ona az da olsa iltimas göstermemiş olsa böyle bir teklifi bana sunmazdı.
Arabaya binmemiz ve yola çıkmamız tamamen sessizlikten ibaretken bir an müzik açarak bu sessiz ortamı dağıtmak istedim ama sonra başımın ağrıyacağını düşünerek vazgeçtim. Sessizce yanımda oturuyor, arabadaki kameranın küçük kırmızı ışığı ne kadar yüzüne vursa da rahatsız olmadığını belli ederek camdan dışarı bakıyordu. Önüme dönerken en sonunda, "İsmin ne?" diye nazikçe sordum. "Kusura bakma, biraz yorucu bir gündü."
Adamın başını çevirerek bana baktığını cama düşen yansımasından anlarken, "Kusurluk bir şey yok, bu gece yorucu bir geceydi," dedi yorgun çıkan bir sesle. Tabii tüm gece çalışan tek ben değildim. Arkasına yaslandığını hissederken, "Rüzgâr," dedi yoğun bir sesle. "Rüzgâr Çetin."
Rüzgâr... Rüzgâr Çetin...
Sanki bugün bu adamla karşılaşacağımı bildiği için Tanrı, havanın böyle olmasını istemişti. İsmi ve soy ismi gibi çetin bir rüzgâr şehrin her bir yanını kuşatmış, ağaç dallarını kökünden sökecekmiş gibi hunharca dalları hırpalıyordu. Yeni bir soru soracağım anda cebimdeki telefon çalmaya başlamış, beni rahatsız eden zil sesi arabanın içini doldurmuştu. Kaşlarımı hafifçe çatarken bir elimi direksiyondan ayırdım, montumun cebine soktum. Beni bu saatte kim arıyordu? Neredeyse sabah olacaktı ve çevremdeki -ben dışında- herkes bu saatlerde uyurdu. Telefonu tam çıkaracağım anda telefon parmaklarımın arasından kaydı ve yere düştü.
Ayaklarımın arasına düşmüş ve hâlâ çalmaya devam ediyordu.
Seslice bir nefesi dışarıya verirken, "Of!" dedim ve ara sokakta olmamızın rahatlığıyla hafifçe eğildim, telefonu aramaya başladım. Bir elimle direksiyonu tutarak arabayı sürüyor, diğer elimle hâlâ çalmaya devam eden telefonu bulmaya çalışıyordum. "Hay aksi!" diye söylendim ve daha çok eğildim, parmak uçlarımla telefonun arkasına dokundum. Ters düştüğü için kimin aradığını bilmiyordum. Parmak uçlarım biraz daha aşağıya indiğinde telefonu kavradım ve o an duyduğum sesle birlikte kalbim dudaklarımın arasında atmaya başladı.
"Pat!"
Ayağımın altındaki frene aniden bastığımda saçlarım yüzümü kapatıyor, elimdeki telefon çalmaya devam ediyordu. Korkuyla doğrularak yan tarafımda oturan Rüzgâr'a baktım. Kaşları çatılmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Titrek bir nefes alırken, "Ne oldu?" dedim kısık, korku dolu bir sesle. Ne olmuştu? Bir kediye mi çarpmıştım? Ya da bir köpek?
Rüzgâr kapıyı aralarken, "Şimdi anlarız," dedi ve zaman kaybetmeden arabadan indi. Şimdi korku, kalbimde daha büyük bir yer edinerek tüm damarlarımın içerisinde bir kan gibi ilerliyor, beni köşeye sıkıştırıyordu. Birkaç büyük adım attığında araba farının ışıkları sırtına vuruyordu. Önce adımları durdu, sonra bakışları yerdeki bir şeye odaklandı. Merak ve korku hızla beni bir düşman gibi kuşatırken kapıyı araladım, zaman kaybetmeden dışarıya çıktım.
Ne olmuştu?
Elimdeki telefon hâlâ çalarken bir adım daha attım ve o an botlarımla bir şeye çarptım, korkuyla bakışlarımı yere indirdim ve birkaç santim ilerimde duran, çalan telefona baktım.
Bu telefonun ekranında yazan numara benim numaramdı.
Yerdeki telefon kapandı, elimdeki telefon sustu.
Başımı kaldırdım ve arabanın önünde boylu boyunca uzanan kadına baktım. Kırmızı elbisesinin üzerini kaplayan kan beni dehşete düşürürken bakışlarımı yukarıya taşıdım ve o zaman asıl şaşkınlığı yaşadım.
Yerde yatan kadın birkaç saat önce benden numaramı alan Elif Kurşun'du.BÖLÜM SONU!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DÜĞÜM(KİTAP OLDU)
Literatura FemininaDüğüm 4 kitaplık bir seridir ve hepsi bu kitap altında toplanacaktır.✨ Kan birleştirdi onları. Bir bütün yaptı. Bir hiçliğin ortasında birbirlerine her şey oldular. Onlar birbirine bağlı iki ipti ve düğüm olmuşlardı. Düğümü ilk kim yaktı? Kanın...