4. Bölüm: SAVAŞ MEYDANI

2K 71 12
                                    

Yılbaşı için hesabımda DÜĞÜM'ün çekilişini yapacağım, haberiniz olsun. Kitapları kazananlara hediye edeceğim💕

Beni buradan ve instagramda takip ederseniz çok seviniyorum, şimdiden teşekkür ederim. 🥹🥹

İnstagram: biliyoruzki
Twitter: biliyoruzki1

İnstagram: biliyoruzki Twitter: biliyoruzki1

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

 İYİ OKUMALAR

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

İYİ OKUMALAR...

Bu, bir savaştan daha fazlası. Bu, bir insanın kendini katletmesi.

Bir savaş meydanında kiminle savaştığını bilmeden, elinde ve arkandaki dayanağın yokluğuyla kendini orada bulduğunda ruhun çırılçıplaktı. Seni sen yapan ne bir kumaş parçası ne de başka bir şeyin vardı. Bacakların yorgunluktan titriyor, esen rüzgâr göğsüne çarptıkça soğuk vücudunu yakarak ilerlemeye, seni orada sızıyla baş başa bırakıyordu. Bu soğuğu biliyordum. Bir tan vaktinde, şafak daha sökmeden bu gözlere sahip bir adamla günaha bulaşmış ve bu soğuğun bir histen daha fazlası olduğunu öğrenebilmiştim.

Ben bu hissi bir gece vakti, yabancı bir adamın gözlerinde öğrenmiştim ve bir başka gözde unutacağımı da zannetmiyordum.

Ruhum çırılçıplak, bedenim anadan üryan... Bir savaş meydanındayım ama savaşma amacım ne, düşmanım kim, ben kimim... Bilmiyordum. Tek bildiğim, kaybedecek olmam. Ben bu savaş meydanına yenilgiyi kabul ederek, daha fazla hasar almamak için soyunarak çıkmıştım. Beni görsün, benim kaçacak ve savaşacak gücümün olmadığını bilerek merhamet etsin istiyordum.

Merhamet denilen hisle beni öldürsün istiyordum.

Esen kuru rüzgârın soğuğuyla dişlerimi birbirine bastırdım ve ileriye bakmak istedim ama ilerisi yoktu, ilerisi pusluydu. O kuru soğuk tüm vücuduma işliyordu. Bekliyorum... Merhamet etmesini, beni buradan almasını bekliyorum ama sadece soğuk, yakıcı bir rüzgârdan başkası yok.

Yanıyorum.

Üşüyorum.

Kuru soğukta yanarak ölüyorum.

Zemheri beni öldürüyor.

Sonra saniyeler beni öldürürken anlıyorum, merhamet denilen şeyin esen kuru soğuk bir rüzgârdan başkası olmadığını... Beni saniyeler içerisinde nasıl olduğunu bilmeden, yavaş yavaş, yakarak yok edeni anlıyor ve kabullenmişlikle kollarımı aşağı indiriyorum. Vücuduma değen keskin bir bıçak, içime saplanan bir kurşun, boynuma sarılan bir ip... Hiçbiri. Hiçbiri yoktu, ben ölüyordum ve anlamıyordum. Ben ölüyordum ve nasıl olduğunu bilmiyordum.

Merhamet öyle bir histi ki sen daha ne olduğunu anlayamadan seni bitirir, yok ederdi. Sen, o savaş meydanında dizlerinin üzerine çöktüğünde bile onu beklerdin.

Merhamet öyle bir histi ki bir annenin dudaklarında, bir babanın sevgiyle kalkan ellerindeydi. Ancak annenin dudaklarından bağırışı, babanın kaldırdığı elinin yanağına çarpmasıyla nasıl bittiğini dahi anlayamazdın.

Şimdi savaş meydanında beni neyin öldürdüğünü bilerek bekliyordum. Ölüyordum ve biliyordum. Ölüyordum ve anlıyordum.

Ellerimin arasından akan suyu hızla yüzüme çarparken sanki rüyamda gördüğüm o savaş meydanında, dizlerimin üzerine çökmüş ve nefes nefese kalmış bir şekilde bekliyordum. Midemden çıkan öz suyla birlikte başımı çevirdim ve tekrardan klozete eğilerek boş öğürtüleri dinlemeye devam ettim. Dizlerim fayansın üzerinde öylece duruyor, başıma giren ağrıyla her an kafamı yere çarpacakmış gibi yorgun hissediyordum. Küçük banyonun içerisinde dolaşan öğürme seslerime bir de çeşmeden akan suyun sesi eklendiğinde başımdaki ağrı daha da artıyordu.

Uyuşmuş dizlerimin üzerinde doğrulmak benim için zor olurken lavabonun kenarına tutunarak ayağa kalktım ve klozetin kapağını kapattıktan sonra sifona bastım ve geriye doğru birkaç adım atarak tekrardan aynanın önüne geldim. Yüzümün her yerinden akan yaşlar zaten rüya görürken terlediğim için nemlenen mavi pijamamın üstüne düşüyor, beni daha çok ıslatıyordu. Biraz sonra dudaklarımın kuruyacağının farkındaydım. Ağzımda olan acı tat ve boğazımdaki o iğrenç sızıyla birlikte yutkundum ve son defa eğilerek yüzümü yıkadım. Gözlerimin altı hafiften şişmiş, kıvırcık saçlarım dağılarak terlemiş ve enseme yapışmıştı.

Suyu kapattıktan sonra aynaya bakma isteğimi durdurdum ve arkamı dönerek askıdaki havluyu aldım ve yüzümü kuruladım. Islanan birkaç saç çoktan alnıma ve yanağıma yapışmıştı, onları da kulağımın arkasına sıkıştırdım. Midem ağrıyor, başıma giren sızılarla birlikte olduğum yerde tepinmemek için zor duruyordum. En azından sarhoş değildim. Saat kaçtı? Ben yataktan kalktığımda dışarısı hâlâ karanlık görünüyordu, uyuyalı çok olmuş olamazdı. Havluyu yerine astıktan sonra saçlarımı omuzlarımdan arkaya attım ve banyonun kapısını çok ses çıkarmamaya dikkat ederek aralamak istedim ama ne kadar dikkat edersem edeyim birisi uyanmıştı.

Rüzgâr tam karşımda, yerde oturmuş bekliyordu.

Bu sefer üzerinde siyah tişörtü yoktu. Banyonun ışığı, kapının önünde durduğum için tamamen onu aydınlatmıyor ve vücudu yine koridorun karanlığında kalıyordu. Başını duvara yaslarken kaldırdı ve rüyamda gördüğüm gibi kuru soğuk gözleriyle gözlerimin içine baktı. Buz gibi duran ama yakan... Alttan gözlerimin içine bir süre baktı, ardından bakışları yavaşça ıslanan tişörtüme düştü. Üşüyordum. Rüyamın etkisi azalmış, vücudumun sıcaklığı düşmüş olmalıydı. Rüzgâr bir şey demeden tek hamlede ayağa kalktı ve yatak odasına ilerlemeye başladı. Zihnimde yine konuşmaya başlayan, beni huzursuz edecek bir sürü şey söyleyen birisi vardı ama bu, onun ben uyurken susturduğu vicdan değildi.

Banyonun ışığını söndürdüğümde karanlık koridorda bir süre bekledim, gözlerim karanlığa alıştıktan sonra peşinden ilerlemeye başladım. Uyumamış mıydı? Yoksa onu uyandırmış mıydım? Midemin bulanmasıyla yataktan nasıl kalktığımı, odadan nasıl çıktığımı asla hatırlamıyordum. Çağatay uyanmamışa benziyordu, en azından onu rahatsız etmediğim için az da olsa rahat bir nefes alabilmiştim. Yatak odasındaki gece lambasının ışığını gördüğümde adımlarımı hızlandırdım ve onun peşinden yatak odasına girdim. Yorgun hissediyordum.

Odaya girdiğimde Rüzgâr'a bakmadan uyuşuk adımlarla ilerledim ve yatağın ucuna oturdum. Midem hâlâ bulanıyordu. Hem içtiğim alkol hem de uyumadan önce mideye indirdiğim ballı sütle rahatsız olmuştum. Omuzumun üstünden Rüzgâr'a baktığımda dolabın içine bakıyor, bir şey arıyor gibiydi. Pencereden giren ışık sayesinde onun beyaz tenini ve hareketiyle kasılan sırt kaslarını görebiliyordum. Hızlıca doğrulup bana doğru döndüğünde elinde bir kazak olduğunu fark etmem birkaç saniyemi almıştı.

Yanıma geldiğinde hemen elindeki kazağı kafamdan geçirdi. Hiçbir şey demiyordu. Hiçbir şey demiyordum. Aramızda planlamadığımız sessizlik oyunu başlamıştı ve ben, bu oyunu çok seviyordum. Kollarımı kaldırdım ve yavaşça kazağı giydirmesine yardımcı oldum. Kazağın içinde kalan saçlarımı geriye doğru attığında en azından üşümüyordum. Rüzgâr'a bakmadan yatağın üzerine çıktım, birkaç adım dizlerimin üzerinde ilerleme sonucunda yatağa uzanabilmiştim. Sarhoş değildim ama konuşamayacak kadar aptallaşmıştım. Dudaklarımı araladığımda gözlerimi de aralayacak ve nedensiz ağlayacakmışım gibi hissediyordum. Sol tarafıma doğru yatarken cenin pozisyonu aldım ve ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdım.

Üzerime örtülen örtüyle birlikte ne zaman açık olduğunu bilmediğim gözlerimi kapattım ve derin bir nefes alarak bekledim. Rüzgâr, birkaç saat önce olduğu gibi tekrardan yatağa oturdu ve elleri hemen sırtıma gitti. Uyku bir mızrak olup gözlerimden içeriye girmek için diretirken bir anda bu sessizlik oyununa son verdim. "Özür dilerim," dedim düz bir fısıltıyla. Beklentimin aksine sesim acizce değil, dümdüz çıkmıştı.

Parmakları sırtımda dolaşırken, "Neden?" diye karşılık verdi.

"Seni de uyandırdım... Uyandırmak istememiştim."

"Uyumuyordum," dedi boğuk bir fısıltıyla ve o an bakışlarının sırtımı delip geçerek kalbimden çıktığını hissettim. Gözlerim kapalı bir şekilde beklerken konuşmasının devamını bekliyordum. "Burada, koltukta uyumanı bekliyordum ama sen o kadar hızlı odadan çıktın ki beni görmedin," dedi hiçbir duyguyu anlayamadığım bir sesle.

Gözlerim kapalı bir şekilde beklerken, "Görmedim," diye fısıldadım. "Çok midem bulanıyordu, kustum."

"Geçti mi?"

Başımı hafifçe salladığımda yüzüm yastığa sürtündü, kokusunu daha net alabildim. "Geçti," dedim yavaşça. "Kustum ve bitti." Neden şu an böyle bir konuşmanın geçtiğini anlamıyordum ama rahatlıyordum.

"Aferin," dedi parmakları omuzlarımda yavaşça dolaşırken. "Şimdi uyu." Gözlerimi daha çok kapatırken dudaklarım aralandı ama konuşmak yerine sustum. Rüzgâr'ın parmakları belime doğru inerken uyku daha çok bastırmıştı. "Gitmeyeceğim," dedi yavaşça. "Sen uyuyana kadar buradayım."

Sonra sırtımdan parmaklar yavaşça geçerken o mızrak gözlerimin içine girdi, bedenim bir uykuya daha teslim oldu.

***

"Ayıp!"

Gözlerimi devirirken başımı eğdim ve elimi enseme atarak kaşımaya başladım. Susmuyordu. "Yeter," diye fısıldadım ama bunu ben bile duyamamışken onun duymasını beklemek imkânsızdı.

"Beni ya, beni! "dedi ve başımı kaldırdığımda elini sertçe gömleğinin üzerinden göğsüne bastırdığını gördüm. Kahverengi gözleriyle bana bakarken kaşlarını havaya kaldırdı. "Beni unuttun!" diye gür bir sesle konuştu.

"Yeter!" Gözlerim büyürken oturduğum yatakta doğruldum ve sinirli olan Arda'ya ve ona öfkeyle bakan Pelin'e döndüm. Oturduğu sandalyede gelinliği yüzünden sadece kolları ve yüzü belli olurken kızarmış yüzüyle Arda'ya bakıyordu. "Sus artık, sus!" dedi elini kaldırıp Arda'ya doğru sallarken. "Sabahtan beri bir susmadın, yeter!"

"Ne demek sus?" dedi dehşetle Arda ve kıvırcık saçları alnına dökülürken bana döndü, daha büyük dehşetle baktı. "Sen, beni havalimanında bıraktın." Başını kabullenemiyormuş gibi iki yana salladı. "Beni, beni, Arda'nı!"

Tam açıklama yapmak için dudaklarımı araladığımda Pelin, "Sarhoş olmuştu, Arda, sar-hoş," dedi heceleyerek.

"Aradım o kadar."

"Çantasını falan unutmuştu, bendeydi, yani, seni almaya gelemezdi," dedi hızla açıklama yapan Pelin.

"Tüm gece havalimanındaydım," dedi Arda ve sandalyede oturan Pelin'e döndü. "Tüm gece onu bekledim ama o..." Başını çevirdi ve kırgınca bana baktı. "Elin oğlunun evinde kalmış."

"Elin oğlu değil, Rüzgâr'da," dedi Pelin ve Arda'nın bu hâline göz devirdi. "Rüzgâr'ı sen de tanıyorsun, Arda. Sidal'i evine alarak iyilik yapmış oldu. Ne var bunda?"

Arda ellerini belinin iki yanına koyarak üstten Pelin'e bakarken, "Ne gerek var?" dedi hoşnutsuz bir sesle. "Ablamın bir başkasına ihtiyacı yok."

Oturduğum yataktan kalkarken, "Elbette yok, Arda," dedim ve konuyu daha fazla uzatmamak için yanına doğru ilerledim. Giydiğim topuklu ayakkabı Arda'yla aynı boyda olmamı sağlamış böylece kahverengi gözlerini net olarak görebilmiştim. Hafifçe gülümserken yanına geldim ve elimi omuzuna koyduğumda bir elini belime sardı ve kendisine doğru çekti. Yüzümdeki gülümseme onun sarılmasıyla arttı, Pelin'e bakarken, "Biz aşağıya inelim, sen de babanla ineceksin," dedim yavaşça.

Pelin hevesle başını kaldırdı ve gözlerinin içi parlarken, "Nasıl olmuşum?" diye sordu. Üzerindeki beyaz gelinliğin kolları omuzlarından aşağıda duran, beyaz teninin ortaya çıktığı bir gelinlik modeliydi. Üzerinde taşlar olmayan, ondan beklemediğim bir şekilde sade bir gelinlik tercih etmişti. Kızıl saçları omuzlarından aşağı doğru salınırken güzel bir taç takmıştı. Aynaya dönüp tekrar kendisine bakarken, "Kuaförü yukarıya gönderir misin, Sidal?" diye sordu hızla. "Son defa kontrol etsin."

Baygın bir şekilde ona bakarken, "Çok güzelsin, Pelin," diye gün boyunca kurduğum kelimeleri sıralamaya başladım. "Peri kızı gibisin, çok güzelsin."

Yeşil gözleri daha çok parlarken, "Gerçekten mi?" diye sordu.

"Hayır," dedi bir anda Arda. "Senin arkadaşın diye öyle söylüyor, inanma."

"Sidal..." dedi bana doğru dönerken. Bunu reddetmemi beklercesine bakıyordu.

Başımı iki yana sallarken, "Saçmalama Pelin," dedim. "Öyle şey mi olur? Çok güzelsin dedim ya sana, yalan mı söyleyeceğim?"

"Evet," dedi hızla Arda. "Yalan söylüyorsun."

Pelin en sonunda sinirlenerek Arda'ya doğru döndü ve eline vurdu. "Bana bak abisi kılıklı, biraz daha konuşursan seni parçalarım."

Arda, Pelin'in sertçe vurduğu elini havaya kaldırırken, "Vahşi!" diye homurdandı. "Abimin ne suçu var?"

"Kes!" dedi Pelin yüksek çıkan bir sesle. Ardından bir şeyi fark etmiş gibi yavaşça Arda'ya dönerken, "Arda?" dedi kısık gözlerle.

Başımı çevirdim ve Arda'ya baktım. Pelin'in bir anda tavır değiştirmesine şaşırır gibi bakarken, "Ne oldu?" dedi tedirgin bir sesle. Gerçekten ne olmuştu?

"Sen Enes'in kardeşisin," dedi kısık sesle Pelin.

Arda başını sallarken, "Eee..." diye mırıldandı.

"Ben de gelinim."

Arda derin ve sesli bir şekilde nefes alırken, "Maalesef," dedi. Omuzunu uyarı niyetinde sıktım, Pelin'i sinirlendirmese iyi ederdi. Yan gözle bana baktı, ardından Pelin'e dönerken, "Evet, evet, biliyorum," dedi ve yapmacık bir şekilde güldü.

Pelin tekrardan Arda'nın eline sertçe vururken, "Senin ne işin var kız evinde o zaman?" diye yüksek sesle sordu. "Abinin yanında olman gerekiyor senin, burada değil!"

Kaşlarım havaya kalkarken yeni fark ettiğim şeyle birlikte Arda'ya döndüm. Evet, onun burada ne işi vardı? Arda, üzerinde olan sorgu dolu bakışlarla kahverengi gözleri Pelin ve benim aramda gidip gelirken, "Evet," dedim yavaşça. "Senin burada ne işin var, çocuk? Sen erkek tarafısın. Burada değil, abinin yanında olman gerekiyor."

Arda belimi sıkıca kavrayıp bana doğru dönerken, "Aşağıya inelim mi?" dedi lafı değiştirerek. Gözlerinden anladığım kadarıyla bir şeyler olmuştu. Kaşlarım sorgular bir şekilde çatıldı. "Birazdan abimler de kız almaya gelirler, aşağıda bekleyelim mi, Sidal?" diye sordu imalı bir sesle ve belimi çimdikledi.

Dişlerimi acıyla birbirine bastırırken, "Ya, ya..." diye mırıldandım ve Pelin'e döndüm. "Sen burada bekle, biz de aşağıya inelim, hem kuaförü de çağırırım," dedim hızlıca.

Pelin kaşlarını çatarken inanmadığını belli eden yeşil gözleriyle Arda'ya ve bana bakıyordu. "Şıracının şahidi bozacı," diye mırıldandı kısık sesle. Bir süre bizi izledi, ardından aynaya dönerken, "Hemen çağır, Sidal," dedi. "Gelirler birazdan, son bir kez kontrol edelim."

Omuzundaki elimi aşağı doğru kaydırdım ve Arda'nın koluna girdiğimde Arda'nın da eli belimden ayrılmış, pantolonunun cebine girmişti. Pelin'e gülümserken, "Elbette," dedim ve kapıya doğru ilerledim.

Biz Arda'yla kapıya doğru ilerlerken Arda, "Boyacı çağır, anca halleder," diye fısıldadığını zannetti ama başına yediği gelin çiçeğiyle çok da kısık sesle konuşmadığını anlamış oldu. Pelin'in Arda'ya bağırmaları odada kalırken yavaşça, hiç konuşmadan merdivenlerden aşağı indik. Arda mutfak kapısının önünde beklerken ben de mutfağın yanındaki odada bulunan kuaföre Pelin'in yanına gitmesi gerektiğini söyledim ve tekrar Arda'nın yanına ilerlemeye başladım.

Sabah uyandığımda odada ne Rüzgâr ne de gece benimle aynı odada uyuduğuna dair bir şey vardı. Ben uyuduktan sonra gerçekten gitmiş olmalıydı çünkü onu oturma odasında, Çağatay'la birlikte koltukta uyurken görmüştüm. Sabah üçümüzün anlamsız bakışlarıyla birlikte gün başlamıştı. Önce Rüzgâr'la birlikte çantamı almaya gitmiş daha sonra da evime bırakmıştı. Kısa bir duş aldıktan sonra eşyalarımla nasıl evden çıktığımı, nasıl Pelin'in evine geldiğimi bilmiyordum ama buraya geldiğimde beni bekleyen bir Arda faciası vardı.

Onu almayıp tüm gece havalimanında bekletmiş olmamdan dolayı çok sinirliydi.

Evin içerisindeki Pelin'in akraba ve aile dostlarına bakarken hemen Arda'nın yanına ilerledim ve direkt konuya giriş yaptım. "Niye buradasın?"

Arda bakışlarını evin içerisinde gezdirdikten sonra soru sormamla bakışlarını bana doğru çevirdi. Kıvırcık kahverengi saçları alnına dağılıyor, kahverengi gözleriyle dikkatlice benim mavi gözlerime bakıyordu. Burnunun üzerinde ve yanaklarında olan çilleri şu an daha fazla belirginlik kazanırken, "Sen gelmeyince ben geleyim dedim," dedi imalı bir kırgınlıkla. "Malum, birileri araya zaman ve mesafe girince özlüyor."

Omuzlarım çökerken, "Dedim ya, Arda," diye mırıldandım. "İçmiş olmasaydım zaten gelirdim, seni öyle ortada bırakır mıyım ben?" diye sordum hızla ve başımı sağa eğerek gözlerinin içine baktım.

Gözlerini hafifçe devirirken, "Yavru köpek gibi bakma, Sid," diye homurdandı.

"Nereye gittin?" diye sordum huzursuz bir sesle. Arda, yıllar önce İzmir'den ayrılarak Eskişehir'de liseyi tamamlamış ve orada üniversiteye bu yıl başlamıştı. Bir babası rahatsızlandığında bir de abisinin düğünü için İzmir'e gelmişti, görmek için hep ben onun yanına giderdim. Bu yıllardır böyleydi. Abisi ve annesiyle arasında pek sorun olmasa da babasıyla anlaşamıyordu ve onun dün gece eve gitmediğinden emindim.

Arda sırtını duvara yaslarken, "Senin gelmeyeceğini anladığımda yakınlardaki bir otele yerleştim," dedi ve önemsiz bir şeymiş gibi dudaklarını hafifçe büktü. Gözleri evin içerisindeki kalabalıkta dolaşırken, "Sonra buraya gelmek istedim," dedi ve omuzlarını silkerken, "Babamla uğraşmak istemedim," diye devam etti.

Derin bir nefes alırken, "Tamam," dedim. "Düğünden sonra otele gider eşyalarını alır, sonra bana geçeriz. Planladığımız gibi."

Arda başını çevirmeden gözlerimin içine bakarken gözlerini tüm vücudumda gezdirdi, ardından imalı gözlerle gözlerime bakarken, "Gidecek bir yerin varsa anahtarı vermen yeterli, Rüzgâr'a gidebilirsin," dedi kısık bir sesle.

Yapmacık bir şekilde gülümserken, "Devam edecek misin bu tavrına?" diye sordum.

Arda bir süre gözlerimin içine baktı, ardından omzunu duvara yaslayarak bana dönerken, "Senin Rüzgâr'la ne işin var?" diye sordu hafif bir merakla. "Yani, sen ve o... Sizi bir arada hiç görmedim." Kaşlarını havaya kaldırırken, "Hatta isimlerinizi yan yana bile duymadım," dedi düşünürmüş gibi. "Ne ara tanıştınız?"

Ardı ardına gelen sorularla topuklu ayakkabılarımın içerisinde parmaklarımı kastım ve Arda'nın bakışlarına karşılık vermeye devam ettim, gözlerimi kaçırırsam bir şey olduğunu düşünebilecek kadar beni çok tanıyordu. "Yeni tanıştık," dedim düz bir sesle. "Neden bu kadar şaşırdın ki? Ne var Rüzgâr'da?"

Arda gözlerime teyit etmek ister gibi bakarken, "Bilemiyorum," diye mırıldandı sakince. "O biraz... Yani..."

Arda'nın parçalanmış cümlelerinden bir şey anlamazken, "Düzgün söylesene, Arda," diye homurdandım. "Rüzgâr biraz ne?"

"Yalnız," dedi hızlıca, ardından çok hızlı ve anlaşılmayan bir cevap verdiğini fark ederek açıklamaya başladı. "Ben de çok şey bilmiyorum ama abim Eskişehir'e beni görmeye geldiğinde o da geliyor, arada beraber vakit geçiyoruz ama bir süre sonra kendi kabuğuna çekiliyor. Konuşmaz pek," dedi ve elini, bilmiyorum, der gibi kaldırdı. "Onu bu zamana kadar bir dişiyle bile görmedim. Senin onun evinde kalmana şaşırmaktan daha çok onun, seni evine kabul etmesine şaşırdım," dedi ve güldü. "Ne yaptı sarhoş sana? Git koltukta kıvrıl, sabah da evimi terk et falan mı dedi, Sidal?" dedi ve bunu aklında hayal etmiş gibi gülmesi daha da arttı.

Arda'nın dudaklarından dökülen kelimelerin hepsine şaşırırken susarak gülmesini izledim ve düşündüm. Dün geceyi hatırlıyordum; nasıl ilgilendiğini, ne dediğini, bir gece vakti benim yüzümden uğraşmasını... Hiçbiri ama hiçbiri Arda'nın oluşturduğu kalıbın içerisine girebilecek birisi değildi. Evet, sessizdi, çok konuşmuyordu ama aramızda zaten konuşabileceğimiz bir konu geçmemişti. Şimdi bu çocuğa aramızdaki konuyu nasıl anlatabilirdim? Belki de zorunluluktan beni eve götürmüştü ve katlanmıştı, kim bilir!

Olmamanız gereken ya da istemediğiniz bir ortamda insan kendi olamazdı.

Oradan kurtulmak için farklı karakterlere bürünürdü.

Belki de Rüzgâr Çetin'in dün geceki karakteri de kurtulmak içindi...

Arda'nın gülmesi kesilirken, "Böyle sustuğuna göre daha fenası yaşanmış sanki," dedi munzur bir ifadeyle.

En sonunda bu konuyu düşünmeyi ertelerken, "Pek bir şey hatırlamıyorum aslında," diye mırıldandım ve umursamazca omuz silktim. "Ne olduysa ne dediyse dedi... Hepsi dün gecede kaldı."

Arda başını sallarken, "Peki," dedi. "Sen yine de temkinli ol, her an seni evinden ya da yanından kovabilir. Öyle bir karaktere sahip."

Gözlerimi devirmemek için büyük çaba harcarken, "Ne abarttın sen de," diye homurdandım. "Saygısız mı bu adam?"

Arda başını iki yana sallarken, "Asla," dedi, bu sefer espri yapmıyordu, ciddiye benziyordu. "Sınırları geçilmediği müddetçe gayet anlayışlı ve kibar bir insan. Yüksek ihtimalle dün gece ne kadar istemese de anlayışlı birisi olduğu için seni evine götürmüştür." Başımı sallamakla yetindim. Arda tekrardan gülmeye başladığında elini koluma koydu ve omuzlarını kaldırıp göğsünü kabartırken, "Hanımefendi, lütfen şu köşeye kıvrılın, demiştir." Sesini kalınlaştırmıştı.; Sözde Rüzgâr'ın taklidini yapıyordu.

Bu sefer kendimi tutamayarak gülerken, "Kes şunu," dedim sakince. "Ayıp oluyor."

"Ayıp olan ne?"

"İnsan evinde ya da çevresinde tanımadığı birisini istemiyor olabilir, bununla dalga geçmemelisin."

Dudaklarını birbirine bastırıp başını yavaşça sallarken, "Haklısın ablacım," dedi ama bunu ciddi söylemediği ses tonundan epey belli oluyordu. "Dersimi aldım ben." Kınayıcı bir bakış attım sadece. Arda ile aramda sadece üç yaş vardı. Bazen abla der bazen de ismimle seslenirdi., Buna takılmıyordum, kendisini nasıl rahat hissediyorsa öyle seslenebilirdi.

Hayatımdaki çoğu sınırı aşabilecek hadde sahipti, ona bu hakkı benim ona olan düşkünlüğüm ve sevgim vermişti.

Arda bana salon kapısının orada bulunan altmışlı yaşlarındaki bir kadını dakikalarca anlatmıştı. Sözde kadının parmağında olan yüzük dördüncü kocasından kalma bir yüzüktü ve Arda'ya göre kadın, her yaşlı zenginin son yılına şahitlik ediyordu. Kadının dedikodusunu yaptıktan sonra ben merdivenleri çıkarak Pelin'in yanına giderken onu, kadınla konuşur bir şekilde görmüştüm.

Pelin'in yanına çıktığımda onun heyecanı dışında bir problem görülmüyordu. Odanın içerisinde hızlıca ilerliyor, ellerini ikide bir yanaklarına dokundurarak ısısına bakıyordu. Babası odasına geldiğinde onları konuşmaları için baş başa bıraktım ve aşağıya indim. Kırmızı elbisemin etekleri ayaklarımın altına girmesin diye hafifçe kaldırdım ve merdivenleri inmeye devam ederken dışarıdan duyulan korna ve müzik sesiyle kaşlarım havaya kalktı ve hemen karşıda bulunan büyük kapıya heyecanla baktım.

Gelmişlerdi.

İçerideki sesler gittikçe artarken kapıyı tutmak için merdivenleri hızlıca indim ama aynı zamanda kapıya doğru ilerleyen biri daha vardı. Arda! Niyetini direkt anlarken, "Sakın!" diye yüksek sesle konuştum ve adımlarımı hızlandırdım. Arda ile aynı anda evin kapısını tuttuğumuzda, "Arda çekil," dedim sinirle. "Kapıyı ben tutacağım, uzak dur."

Arkadan gelen alkış seslerini duyduğumda hafifçe omuzumun üzerinden arkaya baktım ve merdiven başındaki Pelin'i ve koluna girdiği babası Osman amcayı gördüm. Tekrar önüme döndüğümde Arda, diğer elini de elimin üzerine koydu. "Lütfen, Sidal," dedi yalvarır gibi, gibi değil, bildiğin yalvarıyordu. "Öğrenciyim ben, harçlık lazım bana."

Duyduğum kelimelerle dudaklarım aralanırken, "Demek bunun için geldin!" dedim şaşkınlıkla. Sol elimi kaldırdım ve Arda'nın omuzuna sertçe vurdum. "Ben de seni unuttum diye vicdan azabı çekiyorum, senin derdin başkaymış! Abisi kılıklı!"

Arda omuzunu aşağı indirirken inledi ve ters bir şekilde bana baktı. "Canımı acıttın," dedi suçlayıcı bir sesle. "O nasıl vurmak?"

"Şu işim bir bitsin, parçalayacağım seni," diye tersledim dişlerimin arasından. "Bana yalan söylüyorsun ya, bana!"

"Söylemedim."

"Çek ellerini o zaman, Arda," dedim kapı kulpuna bakarken. İkimiz de sıkı sıkıya tutuyor, bir diğerine bırakmamak için inatlaşıyorduk.

"Olmaz," dedi hızlıca ve elinin baskısını arttırdı. Elim, onun eli ve kulp arasında sıkıştı.

"Seninle sonra hesaplaşacağız ama şimdi o elini çek, kapı tutmak benim görevim," dedim ve arkaya baktım; insanlar Pelin'i tebrik ediyordu. Dışarıdaki sesler her geçen dakika artarken, "Ay, Arda!" diye çığırdım kimsenin bize dönmeyeceğine emin olduğumda. Herkes orada arkadaşımı tebrik ediyordu ve ben burada, bu küçükle kapı tartışmasına giriyordum.

"Param yok, öğrenciyim."

"Ben de öğrenciyim," dedim hızla cevap verirken.

Arda durdu, ardından bakışlarını üzerimde hissederken başımı çevirdim ve ona baktım, hissettiğim gibi bana bakıyordu. Gözleri kısılırken, "Paylaşalım o zaman," dedi.

Ona güvenmediğim için sağ elimi kaldıramadım ama sol elimi ona uzattım. Arda da sol eliyle elimi kavradı, ardından havada tokalaşırken, "Tamam," dedim. İkimizde aynı anda başımızı salladık ve o an evin zili çaldı, sıkı sıkıya tuttuğumuz kapının tokmağı sertçe kapıya çarparak yüksek ses çıkardı.

"Açın kapıyı da gelini alalım!" diyen Enes'in sesi epey heyecanlı geliyordu.

Başımı çevirip arkaya baktığımda başta Pelin olmak üzere herkes sırıtarak bize bakıyordu. Pelin'in yeşil gözleriyle göz göze geldiğimde dudaklarını ısırdı ve başını onaylayıcı bir şekilde salladı. Onayı aldığım gibi hızla önüme döndüm. "Kapı açılmıyor!" diye bağırdım sesimi duyurmak için.

"Sidal?"

Kocaman sırıtırken, "Benim, Enes," dedim hızla. "Kapı açılmıyor."

"Tekrar dene," dedi Enes, cimriliğine göz devirdim. "Belki açılır."

Derin bir nefes alırken, "Yok, yok!" dedim. Başımı çevirdim ve Arda'yla göz göze geldim, sırıttım. "Açılmıyor kapı!"

Dışarıda birkaç saniye sessizlik oluştuğunda kulağımı kapıya yasladım, dışarıyı dinlemek istedim ama duyamıyordum. "Bak bakalım kapıya açılıyor mu?" dedi Enes imalı bir sesle.

Arda'ya kapıyı çenemle gösterdim, ikimiz kapı kulpunu sıkı sıkı tutarken hafifçe aşağı indirdik ve kapı açıldı. O küçücük boşluktan Arda elini dışarıya çıkardı. Daha birkaç saniye geçmemişti ki Arda elini geriye çekti ve elinde gördüğüm tek yüzlükle göz devirdim. "Bu ne, Enes?" diye fısıldadım, beni sadece Arda duymuştu ama o bana bakmak yerine elindeki yüzlüğe ayıplar gibi bakıyordu. Kapıya sanki Enes'i görüyormuşum gibi bakarken, "Yetmez!" diye konuştum.

"Tamam," dedi Enes ve Arda tekrardan elini dışarıya çıkardı.

Aradan daha saniyeler geçmeden dışarıdan Çağatay'ın, "Oğlum, bu Arda'nın eli!" dediğini duydum ve daha ne olduğunu idrak edemeden Arda bağırarak elini geriye çekti ve kapıyı hızlıca kapattı.

"Şerefsiz, Çağatay," diye fısıldadı acıyla Arda ve o an başımı aşağıya eğdiğimde elindeki diş izlerini gördüm. Elini ısırmıştı Çağatay! "Dişlerini geçirdi bana."

"Lan, Arda!" dedi Enes sert bir sesle. "İnsan abisinin düğününde kız tarafına geçer mi, şerefsiz!" dedi fısıldayarak, onu sadece biz duyuyorduk.

"Arda çık," dedi babası Sinan amca. Onun da sesi kısıktı.

Gülmemek için kendimi zor tutarken, "Bana bırak," dedim ve Arda'nın elini kapı kulpundan çekerek geriye adımlamasını izledim. Sol elimle kapı kulpunu kavrarken kapıyı birazcık araladım ve sağ elimi dışarıya uzatırken, "Açılmıyor kapı, Enesciğim," dedim ve elimi açıp kapattım.

Birkaç saniye sonra elime birkaç parça kâğıt para konulduğunda, "Yeter mi, Sidal?" dedi Enes.

Elimi geriye çektiğimde paraya daha bakmadan Arda'nın eline bıraktım ve elimi tekrar dışarıya uzatırken, "Enes, Pelin çok güzel oldu," dedim onu daha fazla heyecanlandırdığıma inanarak. "Peri kızı gibi... Kapıyı açıp görmek istemez misin?"

"Ah, ulan..." diye fısıldadığını duydum Enes'in ve sırıttım, sesli gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

"Sağdıç yok mu, sağdıç?" diyen yabancı erkek sesi duydum ve dışarıda ne olduğunu anlamak adına kulağımı kapıya yasladım. "Kapıya gelsin. Kapı açılmıyormuş."

"Hiç mi açılmıyor?" dedi Enes kısık sesle. Kapı çevresinde arkadaşları olmalıydı ki bu kadar rahat konuşabiliyordu. "Aslında ben aradan girerim... Deneyelim mi?"

"Aaa!" dedim yüksek sesle. "Bu kızın kardeşleri yok, bir arkadaşı ben varım, beni de ikna edemiyor musunuz?" dedim herkesin duyması adına.

"Bu nasıl arkadaş?" diye homurdandı Enes. "On baldıza bedel."

Gülmem duyulmasın diye dudaklarımı omuzuma bastırırken, "Aynen, ondan," diye mırıldandım. Dışarıdaki elimi salladım. "Yetmez!"

Aradan daha birkaç saniye geçmemişti ki elime dizilen paralarla birlikte artık sesim çıkmıyordu. Her saniye avucuma dizilen kâğıtlar artarken kaşlarımı havaya kaldırdım ve elimi kapı kulpundan çekip sağ tarafa doğru geçtim. Birkaç saniye sonra sıcak bir el elimi kavradı, elim onun avucunun içerisindeyken avucuma tekrar paralar koyulmaya başladı. Bu sırada Enes, "Açılıyor mu kapı, Sidal? Bir dene bakalım!" dedi.


"Açılıyor, açılıyor," dedim ve hızlıca kapıyı araladım. En önde Enes'i gördüm, hemen arkasında babası vardı. Peki, elimi tutan ve hâlâ para koyan kimdi? İnsanlar hızla önümden geçip içeriye girerken gürültü de epey artmıştı. Elimi tutan kişiyi görmek adına başımı eğip dışarıya bakmak istediğimde elimi tutan Rüzgâr içeriye girdi. Rüzgâr baştan başa siyah olan takımıyla karşımda durduğunda başımı hafifçe kaldırdım ve gözlerinin içine baktım. Ela gözleri benim üzerimde dururken insanlar onun arkasından geçerek içeriye giriyorlardı.

Elindeki yüzlüğü üst üste koyulan paralar yüzünden görülmeyen avucuma bırakırken, "Yeter mi?" diye sordu ve dudağının sol kısmı hafifçe yukarıya kıvrıldı.

Kaşlarım havaya kalkarken avucumdaki paralara baktım, ardından tekrar onun gözlerine bakarken konuşmak için dudaklarımı araladım ama o an Rüzgâr'ın arkasında beliren Çağatay, "Sence yetmez mi, Rüzgâr?" diye sordu. Elini Rüzgâr'ın omuzuna koyarken, "Bu paraya saray kapısı açılırdı," diye mırıldandı hüzünle. Onun da üzerinde simsiyah bir takım vardı. Bugün daha az ciddi ve çekilebilir duruyordu.

Çağatay'a doğru dönerken, "Niye çocuğun elini ısırıyorsun?" diye homurdandım ve ters bir bakış attım.

Çağatay o an ilk defa bana gülerken bir adım daha attı ve bana doğru hafifçe eğilirken, "Nerede o?" diye sordu.

Bir anda Çağatay ile bu kadar yakın olmak garip gelse de yüzüne bir süre baktım, ardından başımı çevirdim ve kalabalığın içerisinde Arda'yı aradı gözlerim. Evin içerisi çok kalabalıktı ama Arda zeki çocuktu. Merdivenlere çıkmış, herkesi rahatça görebileceği bir yerde durmuş, insanları izliyordu. Çenemle merdivenleri gösterirken, "Orada," dedim ve hafifçe sırıtarak Çağatay'a döndüm.

Çağatay da başını kaldırdı, siyah gözleri birkaç saniye sonra Arda'yı gördü ve o da benim gibi sırıttı. "Ben bir şuna bulaşayım," dedi ve Rüzgâr'ın arkasından geçerek Arda'nın yanına gitmek için kalabalığa karıştı. O an beni geren şeyin Çağatay'ın sert mizacı olduğunu fark ettim. O, etrafa gergin ve sinirli bakışlar attığında ne kadar dudaklarından olumsuz şeyler duyabileceğim bir şeyler çıkmasa da sanki yolun sonuna gelmişim gibi geriliyordum.

Bir süre Çağatay'ı izledim, tekrardan önüme döndüğümde bana bakan ela gözlerle karşılaştım. Kalabalığın arasında, etrafımızda bu kadar sesin olmasını umursamıyormuş hatta bunların farkında değilmiş gibi sadece bana bakıyordu. Bakışlarında ya da yüzünde hiçbir anlam yoktu. Bomboştu. Ancak o boşluğu benimle dolduracak kadar uzun bakıyordu. Bakışlarımı aşağıya indirdiğimde hâlâ avucunun içerisinde olan elimi fark ettim. Elleri, cehenneme köz taşıyan bir şeytanın elleri gibi sıcak ve yok ediciydi.

Bir süre elleri arasında küçük kalan elime baktım, bakışlarımı gözlerine taşıdığımda onun da ellerimize baktığını fark ettim. Dudaklarımdan kısa bir mırıltı çıktıktan sonra elimi elinin içinden çekerken, "Yeter, yeter bu kadar," dedim ortamdaki değişik havayı dağıtmak için muzip bir şekilde. Rüzgâr'ın gözlerine bakarken hafifçe gülümsedim. "Bu parayla birden fazla gelin çıkar evden."

Rüzgâr'ın kaşları havaya kalkarken gözleri yavaşça yüzümde dolandı, ardından gözleri gözlerimi bulduğunda başını salladı. "Ben diğerlerine bir bakayım," diye mırıldandı ama giderken yüzündeki sırıtmayı görmüştüm.

Rüzgâr yanımdan ayrıldığında avucumdaki yüklü miktardaki paraya kısa bir bakış attıktan sonra alt kattaki odaya girip çantama koydum ve çantamı elime alarak odadan çıktım. Üzerimde askılı kırmızı bir elbise varken elbisenin uçuşan etekleri ve sol tarafındaki yırtmaçtan dolayı bacağım adım attıkça görülüyordu. Şeffaf topuklu ayakkabılarım bazen beni rahatsız etse de giymek zorundaydım.

"Rahat bırak beni, Çağatay abi," diye homurdanan Arda önümden hızla geçti. "Mağaradan mı kaçtın, ne yaptın sen ya?"

Çağatay da Arda'nın peşinden ilerlerken, "Gel buraya, bir şey konuşuyoruz," dedi ciddi tutmaya çalıştığı bir sesle ama sesi sonlara doğru güldüğünü belli ederek çıkmıştı.

Beni fark eden Arda yanıma doğru gelirken, "Elimi ısırdın, elimi," diye homurdandı ve kaşlarını çatarak yanımda durdu.

Çağatay da bu kalabalığın arasında Arda'nın peşinde dolanırken, "Bir şey olmaz, saat yaptım," dedi iğrenç bir espriyle ve tam önümde durdu, bakışları yanımda bulunan Arda'nın üzerindeydi.

Arda o an kolunu omuzuma atıp beni kendisine çekerken, "Sen nereden anladın benim elim olduğunu, ha?" diye sordu.

Çağatay'ın bakışları o an Arda'nın omuzumda olan koluna kaysa da daha sonra bileğini gösterip, "Bileğinde kırmızı çiçekli bir sarmaşık dövmesi var," dedi çok basit bir şeyden bahsedermiş gibi.

O an Arda ve benim bakışlarım hemen omuzumdan sarkan eline, oradan da bileğine kaydı. Yıllar önce yaptığı bu dövme ilk günkü gibi canlı bir şekilde duruyordu. Sarmaşığın etrafında sadece üç tane kırmızı çiçek vardı. Geçen üç yılı anlatan...

Üç yıl geçmişti.

Koskoca üç yıl...

Yüzümdeki ifade yavaşça düşerken Arda elini hafifçe geri çekti ama benden ayrılmadı, aksine beni kendisine doğru iyice çekerken, "Isırman gerekmiyordu yine de abi," diye mırıldandı kısık, saklamaya çalışırken daha çok kendisini belli eden bir sesle. Çığlık atmıyorsun diye yanmıyorsun sanıyorlardı ama Arda'nın içinde çığlık çığlığa kendini hatırlatan, kendisini unutturmayan biri vardı. Peki, Arda unutmak istiyor muydu?

Çağatay ve Arda kendi aralarında birbirlerine sataşırken ben sadece başımı Arda'nın omuzuna koymuş, etrafı izliyordum. Uzaktan, etrafındaki kalabalık biraz azaldığında Pelin'in duvağını düzelten Enes'i gördüm; dudaklarında kocaman bir gülümseme, yüzünde hep hayal edilen şeye kavuşulduğunda insanda oluşan o gurur vardı. Polise gitme düşüncesini aklımdan geçirdiğim için pişmanlık duydum. Onun ve Pelin'in yüzünde olan gülümseme her şeye bedeldi. Onları birbirlerinden mahrum etmemek için her şeye katlanabilirdim.

Rüzgâr doğruyu söylüyordu.

İçimdeki sesi eğer ben öldürmezsem o beni öldürürdü.

"Abla," dedi o an Arda ve ben başımı omuzuna sürterek yukarıya kaldırdım, gözlerine baktım. Tek gözümü soru sorar gibi kırparken, "Gidiyoruz," dedi yavaşça. Başımı çevirip etrafa baktığımda gerçekten de insanların gitmek için hazırlandığını, Pelin ve Enes'in kapıya doğru ilerlemeye başladığını gördüm. Dakikalardır oraya bakıyordum ama ne görüyor ne de baktığım şeyleri idrak edebiliyordum.

Başımı yavaşça sallarken, "Biz de çıkalım," diye mırıldandım kısaca.

Pelin ve Enes dışarıya ilk çıkan olduklarında diğer insanlar da hızlıca peşlerinden ilerliyordu. Arda, ben ve Çağatay dışarıya çıktığımızda Çağatay evin büyük bahçesinde göz gezdirdi. İstediğini bulamamış olacaktı ki, "Rüzgâr nerede?" diye sordu. "Onunla gidecektim ben, arabayla gelmedim."

Başımı çevirip kalabalık olan bahçede kısaca göz gezdirdim ama yoktu, görememiştim. "Bizimle gel," dedi Arda. Ellerini takımının ceplerine sokmuş, Çağatay'a bakıyordu. Omuzunu umursamazca indirip kaldırdı.

Çağatay'a bizimle gelebileceğini söyleyecekken bu tarafa doğru gelen Rüzgâr'ı gördüm. Başımla Çağatay'ın arkasını işaret ederken, "Geliyor," dedim kısaca.

Çağatay hızla arkasını dönerken buraya gelen Rüzgâr'a baktı. "Nerelerdesin sen?"

Rüzgâr elinde olan ve yeni fark ettiğim telefonunu cebine koyarken, "Hadi, gidelim. Onlarda arabalarına yerleştiler, birazdan yola çıkarız," dedi hızlıca. Çağatay başını sallarken Rüzgâr başını kaldırdı ve bana bakarken, "Sen de geliyor musun?" diye sordu sakin çıkan bir sesle.

"Yok," dedi benim yerime Arda. "Biz Sidal ile gideceğiz."

Rüzgâr ve Çağatay o an yavaşça bana döndüklerinde yüzlerindeki imalı ifadeyi görebiliyordum. Rüzgâr sorgular bir şekilde bana bakarken Çağatay, "Emin misin?" diye sordu kısık çıkan bir sesle. Çenesinin gerildiğini net bir şekilde görebiliyordum.

"Emin olmayacak ne var?" diye sordu Arda. Anlayamamış bir hâli vardı ve bu çok normaldi. Hiçbir şeyden haberi yoktu, olsa ne yapardı bilmiyordum ama işler iyiye gitmezdi. Esen rüzgârla bir an bulunduğum yerde titrerken Arda kaşlarını çatmış bir şekilde bana doğru dönüp baktı. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama bakışlarından bir şeyleri sorguladığını anlayabilmiştim. O an elini çıplak koluma koyarken, "İyi misin?" diye sordu tedirgin bir sesle. Bir adım yaklaşırken, "Yüzün solmuş." dedi kısık sesle, sesi o kadar kısıktı ki belki de Çağatay ve Rüzgâr duymamıştı.

İfademi hızla toparlarken gülümsedim, elimi Arda'nın elinin üzerine yavaşça koyarken, "Bir şey olduğu yok, düzelt o kaşlarını," dedim hafif bir dalgayla. "Erkenden yaşlanacaksın, kimse almayacak seni."

"Sen alırsın," dedi ama sesinde alaydan daha çok sorgular bir ifade vardı. Hâlâ tatmin olmamıştı. "Ne olacak?"

Yapmacık durmasın diye büyük çaba harcayarak gülümsedim, Arda'ya doğru yaklaşırken, "Büyü önce sonra bakarız," dedim ve hızla lafı değiştirmek, bu gergin ânı dağıtmak için, "Hadi arabaya," diye mırıldandım. "Herkes arabasına yerleşti, konvoy çıkacak birazdan." Pelinlerin evinden başlayan konvoy, düğünün yapılacağı mekânda son bulacaktı.

Arda'nın yüzündeki o ifadeyi silemediğimi ben de dahil Rüzgâr'la Çağatay'da fark etmişti. Onun aklında en ufak şüphe kalmaması için her şeyi yapabilirdim ama ne yapacağımı da bilmiyordum. Bu durumda ne yapabilirdim? Her şeyin normal ilerlediğini, hayatımı olduğu gibi sürdürdüğümü nasıl ispatlayabilirdim? Hayatım eskisi gibi olmasa da...

Boş bir sokağın karanlık köşesinde gizlenmiş biri tarafından her an sobeleneceğini bilerek ilerleyen o küçük kız çocuğuydum.

Yaşım bunlar için ufaktı.

Aklımdaki bana ihanet eden düşünceleri kucaklamaya devam ederken kollarımda oluşan çizikleri fark edebiliyordum. Kimsenin görmediği, kimseye göstermek istemediğim acıların oluşturduğu yaralardan kanlar akıyor, bedenimi kaplıyordu. Konuşursam ne olurdu? Mesela yanımda oturan, camdan dışarıya kafasını uzatarak konvoyda olan arabalara sataşan Arda'ya bir anda olanları anlatsam ne yapardı? Benim delirdiğimi ve bunların benim bir hayal ürünüm olduğunu mu düşünürdü? Ya da her şeye rağmen polise gitmemi mi söylerdi? Keşke her şey benim zihnimin bir oyunu olsaydı.

Anlaşılacağımı düşünerek dudaklarımı araladığımda bileklerimdeki demirin soğukluğunu hissediyor olmam zihnimin bir oyunu değildi.

Oyunlarda can acımazdı.

Derin bir nefes alırken yanımdaki camı araladım ve hızla ilerleyen arabanın camından içeriye giren soğuk rüzgârın yüzüme çarpmasına izin verdim. Konuşamadıkça içim bir balon gibi şişiyor, konuşursam da dilim bir iğne olup o balonu patlatacakmış gibi korkuyordum. Bir insan hem kendisini çıkmaza sokup hem de o çıkmazdan nasıl kurtulmak isteyebilirdi?

Bir insan günah işlemeye bu kadar açken nasıl olur da Tanrı'dan korkabilirdi?

"Neyin var senin?"

Başımı hızla çevirip o an beni dikkatlice izleyen Arda'ya döndüm. Arkasına yaslanmış, artık dışarıya laf atmak yerine ciddiyetle yüzümü inceliyordu. Kaşları evin bahçesinde olduğu gibi çatılmış, dudakları gerilmişti. Kahverengi gözlerindeki merak her geçen saniye artarken, " Durgun gibisin?" diye sordu.

Omuzumu umursamazca bir kere silkerken, "Klasik," diye geçiştirdim. "Aynı şeyler."

"Hiç öyle görünmüyor, abla," diye diretti. Başımı yola çevirdim ve gözlerimden bir şeyi anlamasını engelledim. "Bugün en yakın arkadaşının düğün günü ve senin yüzün hiç gülmüyor... Bir şeylerin olduğu bariz belli. Ne oldu?"

"Abartma, Arda," diye homurdandım. "Bir şey olduğu yok. Sadece son zamanlarda fazla yoruluyorum, uyuyamıyorum."

"İlaçlar bir işe yaramıyor mu? Doktor, denenmiş ve etkili ilaçlar olduğunu söylemişti..."

"Denemedim ki," dedim ve o an bu hâlime hafifçe sırıttım. Dışarıdaki müzik ve korna seslerinden dolayı beni duymadığını düşünüp ona doğru döndüm ve, "Bilmiyorum," dedim.

"Uyumak istemiyor musun?" diye sordu kısık sesle, altındaki her bir imayı cımbızla benim yerleştirdiğim bir acıyla.

"Konuyu kapatabilir miyiz, lütfen?" dedim kaşlarımı çatarak. Ne diye bugün bu konuları açıyordu ki? Her kelimesiyle bir erkek çocuğu eline aldığı oyuncak küreğiyle benim içimdeki topraklara izinsiz sızıyor, orayı eşeliyordu. Kazdıkça kanıyor, kanadıkça canımdan can gidiyordu.

Birisini hatırlamak insanın kendi ölümüydü.

Geçmişten birisini hatırlamak ise insanın kendisini öldürmesiydi.

Arda sustu ve düğünün yapılacağı mekâna varıncaya dek konuşmadı. Onu susturduğum için kendisini kötü hissediyordu ama şu an ona yardımcı olamayacak kadar kötü, ilerleyemeyecek kadar dizlerimin üzerindeydim. O yolun sonunda insanları yanıma çağıramıyorsam iyi olduğumu karanlık içerisindeyken bağırmama da gerek yoktu.

Arabalar sırayla park edildiğinde çantamı elime aldım ve Arda'ya kısa bir bakış attıktan sonra arabadan indim. Birazdan modu yerine gelir diye düşünüyordum. Hayatımızda üzülmesinden, kırılmasından korktuğumuz insanlar olurdu ve bu insanlar, benim hayatımda bir elin parmağını geçmezdi.

Arda, o insanlardan biriydi.

Arda, çürümüş parmağa sarılarak ayakta kalan kırık parmaktı.

Arabanın kapılarını kilitlediğim anda arkamızda duran arabadan inen Rüzgâr'ı fark ettim. Diğer tarafta bulunan Çağatay'a bir şeyler söylediğini hareket eden dudaklarından anladım ama sesler yüzünden ne söylediğini duyamamıştım. Başımı ne kadar çevirsem de gözlerim ne kadar görmek istemese de dikkatim her daim boynundaki dövmesine düşüyordu. Şu anki giyimine ayrı bir yakışan dövmeydi ama bu dövmeye ait bir fikrim varsa o da bir anısı olduğuydu. Sertçe yutkundu ve o an dövme daha fazla kendisini belli etti. Anlamı neydi acaba?

Belki... Belki bir gün o dövmenin anlamını söylerdi.

"Bir şey mi oldu, kız çocuğu?" Boynunda olan bakışlarım yüzüne, ardından gözlerine çıktığında üzerimden ayrılmayan, her daim soğukta beni yakan ela gözlerini gördüm. Ellerini pantolonunun ceplerine yerleştirdiğinde birkaç adım uzağımda dimdik duruyordu. Gözleri bir saniye bile benden ayrılmazken tek gözünü sorgular gibi kırptı. "Hı?" diye mırıldandı.

Ondan bu mırıltıyı duymayı bir an garipserken karşımdaki adama şaşırarak baktım, kaşlarım havaya kalkarken yüzüne odaklandım. Esen rüzgâr kıvırcık saçlarımı geriye attığında Rüzgâr'ın bakışları benden birkaç adım uzakta olsa da boynuma indi, bakışlarını şah damarıma odakladı. Bakışlarındaki yoğunluk artarken boynumda bir şeyin olduğunu düşündüm ve bir an elimi kaldırarak parmak uçlarımı oraya sürtecektim ki orada bulunan benimi hatırladım. Şah damarımın tam üstünde, kendisini belli edebilecek büyüklükte benim vardı.

"Bir şey yok," dedim yavaşça. Sesler azalmış, belki de kapıda sadece ikimiz kalmıştık. Neden etrafa bakmıyordum? Neden gözlerimi onun gözlerinden çektiğim anda bir şeyleri kaçıracakmış gibi hissediyordum?

Kaşları o an şaşırdığını belli ederek yukarıya kalkarken, "Emin misin?" diye sordu. Neden yanıma gelmiyor, orada dikilmeye devam ediyordu? "Bir şey oldu zannetmiştim ben de... Neyse," dedi kaşlarını indirirken.

"Nereden çıkardın bilmiyorum ama yok bir şey," dedim ama sanki şu an konuşan ben değil de kelimeleri toparlamaya çalışırken başı dolanan bir kız çocuğuydu. Gözlerini odaklayamıyor, elindeki kelimelere bakmaksızın okuyor gibi görünüyordu.

Rüzgâr bir şey diyecekmiş gibi dudaklarını hızla araladı, konuşmasını beklediğim için ona odaklandım ama Rüzgâr'ın omuzları hafifçe çökerken, "Belli oluyor," diye mırıldandı.

İçimdeki ses beni anlayan, benim yaşadıklarıma şahit olan bu insanla konuşmamı istiyordu. Tektim, yalnız hissediyordum bu yolda. Çağatay'la adamakıllı konuşamıyordum, Enes desen evlenmenin ve hiçbir şeyin ortaya çıkmamasının derdindeydi. Geriye kalan Rüzgâr oluyordu.

Ondan başka konuşabileceğim kimse yoktu.

Yaradan akan kanı bir başka yaraya taşırsam yaramı büyük zannedecektim, o yüzden bir başkasına anlatamazdım.

Kim aynı yolda ilerlediği biriyle konuşmak istemezdi ki?

"Peki, neden bir şey varmış gibi bakıyorsun kız çocuğu?" diye sorarken onun bana doğru yürüdüğünü, bir adım ötemde durarak üstten bana baktığını fark edememiştim. Başımı hafifçe geriye attım ve onun gözlerinin içine baktım. "Ben neden tam tersini hissediyorum?"

"Kız çocuğu mu?" Hafifçe sırıttım ve gözlerimi kısarak ona bakarken, "Nereden çıktı bu?" diye alayla sordum. "Çocuk denilecek yaşta değilim."

"Bakışlar..." derken gözlerimin içine bakıyordu. Rüzgâr yavaşça elini kaldırdı ve bana doğru uzattığında içime çektiğim nefesi tuttum ve elinin bana yaklaşmasına izin verdim. Bu hareketine ses etmediğimi fark ettiğinde omuzumdaki kıvırcık saçı geriye doğru attı ve o an huylanarak irkildim. "Hâl ve hareketler..." Bir süre kıvırcık saçlarıma baktıktan sonra bakışlarını tekrar gözlerime taşıdı. "Korku insanı küçültür ve sen şu an karşımda küçücüksün," diye fısıldadı.

İki ayağımın üzerinde, ona hiçbir şeyimi göstermeden susuyordum ama o beni okuyordu.

Kaburgalarımın ardındaki küçük kalbimi, kafamın içerisinde karman çorman olmuş beynimi okuyordu.

Göstermeden görüyordu.

Anlatmadan anlayabiliyordu.

Sustum. Hiçbir şey demeden, sadece sıklıkla nefesler alarak onun gözlerine bakmaya devam ettim. "Sidal, ben seni görebiliyorum," dedi bir anda Rüzgâr ve aramızda kalan bir adımlık mesafenin yarısını da kapattı, bir nefes kadar mesafe kaldı aramızda. Aldığım her nefesle birlikte onun kokusu biraz daha içimde yer alıyordu. Beni anladığını söylüyordu, ben daha hiçbir şey anlatmadan... Nasıl olurdu? Gözlerimiz görünmez bir halatla birbirine bağlanırken, "Gülümsemenin arkasına görünmesin diye sakladığın kelimeleri, kaçmasın diye sıkı sıkıya tuttuğun o küçük kızı görebiliyorum," diye fısıldadı ama sesi, benim dünyamda bir sela gibi yankı uyandırarak yayılıyordu.

Beni anlaması bir cenazeydi.

Çoktan gömülmeyi bekleyen, kendisini artık yarı ölü sayan bir kırgınlığın cenazesiydi.

"Ne yapmamı önerirsin?" dedim düz çıkan bir sesle.

"Konuşabilirsin," dedi hızla ve başını hafifçe sağa yatırdı. "Anlatabilirsin, bu seni rahatlatır."

"Kimseye anlatamam bu olanları, Rüzgâr," dedim beni anlamıyormuş gibi ona bakarken. "Bunu kime anlatabilirim? Yaymak hiçbir zaman iyi bir şey değildir, bulaşıcı bir şeydir anlatılanlar."

"Bana anlat," dedi hızla, birkaç saniye bekledikten sonra, "Bize anlatabilirsin," diye devam etti. "Kimse bu durumda olmak istemezdi ama bu saatten sonra yapılabilecek bir şey yok, anlatacak kimsemiz de yok, birbirimize dökülüp taşıracağız."

Başımı aşağı yukarı sallarken, "Çocuğu ne yapayım?" dedim alayla ama alayın altında yatan merakın cevabını da deli gibi merak ediyordum. Hayatımda ilk defa birisinin bana akıl vermesine ihtiyacım vardı, hem de Rüzgâr gibi birisinden...

Yarama en çok o yaraya sahip birisi sarabilirdi.

Beni anlamayan ya da benimle aynı şeyi yaşamamış birisini dinlemek, yanlış bilgiyle yarayı deşmek, daha da canımı acıtırdı.

"Bırak," dedi kendisinden oldukça emin bir sesle. "Elinde tutmaya çalıştığın şeylerin kaçı şimdi avuçlarının içerisinde? Bunu düşün ve ona göre o çocuğu bırak."

"Bakacağım," diye mırıldandım konuyu kapatmak adına kısa keserken.

Rüzgâr bir süre gözlerimin içine baktı, ardından başını sallayarak bir adım geriye attı. Bakışları benden ayrılıp etrafta dolanmaya başladığında içimde ne zamandan beri tuttuğumu bilmediğim o nefesi dışarıya bıraktım ve soğuk havayı içime çektim. Bakışları etrafta dolanırken, "Kimse kalmamış," dedi yavaşça. "İçeriye girelim mi?"

Başımı her ne kadar o bana bakmasa da sallarken, "Olur," dedim kısaca. Ne zamandan beri burada dikildiğimizi, konuştuğumuzu bilmiyordum ama içimdeki sıkıntının azaldığını hissedebiliyordum.

Rüzgâr başını salladı ve yanımdan geçerek yürümeye başladı. Her attığı adımda sesler zihnimde bir yankı uyandırırken, "Rüzgâr," diye seslendim onun karşımda bıraktığı boşluğa bakarken.

Adım sesleri kesildi, sırtıma değen bakışların yakıcılığını dibine kadar hissederken, "Buyur?" diye durgun bir sesle cevap verdi.

Arkamı dönerek ona bakmak ve konuşmak benim için zor geliyordu çünkü ona bakarak konuşamayacağımı, söyleyeceğim şeyleri saçma bularak susacağımı biliyordum. "O çocuk..." diye mırıldandım ve dudaklarımı birbirine bastırdım. Hiçbir şeyden emin değildim ama dilime de dur diyemiyordum. Konuştukça bir yol bulacakmış ya da en azından bulunduğum o yol aydınlanacakmış gibi hissediyordum. "O çocuk, hiç tanımadığım birine koşmak isterse... Yani, bir yabancıya gitmek, ona gitmek isterse... Yani ne bileyi-"

"Bırak," dedi Rüzgâr lafımı keserken. Kendisinden emin çıkan sesini onu görmesem de anlayabiliyordum. Rüzgâr sertçe esti, saçlarımın tamamı arkaya doğru uçtu. "Gelsin, yüzüne kapatmak için açmadım o kapıyı."

Bu, aramızda geçen son konuşma oldu. Rüzgâr içeriye girdi, beni yaktığım sigarayla bir başıma bıraktı.

***

Bardağın içerisindeki suyu kafama dikerken yanımda oturan Arda'nın konuşmasını dinliyordum. "Kız çok güzel ama bana bakmaz," diye homurdandı mekânın içerisinde olan gürültüden dolayı dipten gelen sesle.

Bardağı masaya bırakıp Arda'nın kulağına doğru eğilirken, "Haklısın," dedim yavaşça. "Sana bakacağını düşünmüyorum."

Arda o an başını geriye çekerek bu kelimeleri söylediğim için şaşırarak bana bakarken, "Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" diye sordu üzüntülü bir sesle. Başımı onaylar bir şekilde salladım. "Neden öyle düşünüyorsun?"

Geriye çekildim ve sırtımı sandalyeye yaslarken, "Ben değil," dedim ve çenemle kendisini gösterdim. "Sen kendini öyle görüyorsun, ben de senin peşinden ilerliyorum."

"Nasıl yani, abla?" diye sordu kafası karışmış gibi.

Dirseğimi sandalyenin üstüne koyarken ona doğru döndüm ve sakince, "Sen en baştan kendi kendini eledin. Ne dedin daha demin? Kız çok güzel ama bana bakmaz... Niye böyle düşünüyorsun, çocuğum?" dedim anaç bir tavırla.

"Çok da yakışıklı değilim..." Yan gözle bana baktı. "Yani, onun için."

"Her şeyin güzellik olduğunu sanan sizler..." Başımı onaylamadığımı gösterir gibi iki yana salladım. "Sen kendini nasıl görüyorsan insanlar da seni öyle görür," dedim bilmiş bilmiş.

"Aynen öyle." Arka taraftan gelen sesle irkilmekle birlikte başımı çevirdim ve Arda'yla benim aramda kalan Çağatay'a baktım. Arda'ya bakarken eğildi ve elini Arda'nın omzuna koydu, hafifçe sıktı. "Bir de böyle dene, bak kız seni nasıl yakışıklı ve çekici bulacak..." Göz kırparken, "Abinden tüyolar, bak herkese söylemem bunları," dedi ve sırıttı.

Arda bir süre bu dediklerimizi düşündü, ardından başını sallarken, "Tamam," diye mırıldandı. "Düşüneceğim dediklerinizi."

Kendin bilirsin, der gibi omzumu silktim ve başımı çevirerek dans eden insanları izlemeye başladım. En ortada Enes ve Pelin deli gibi dans ediyor, diğerleri de onların etrafında dört dönerek eşlik ediyorlardı. Görünürde herhangi bir sorun görünmüyordu. Bakışlarım etrafta dolanırken içerideki müzik değişti, yerini bir dans müziği aldı. Masanın üzerinde bulunan telefonumun ekranına düşen bildirimle telefonu elime aldım ve mesaj atan kişiyle kaşlarım havaya kalktı.

Cenk mesaj atmıştı.

Peki ya neden?

İçime anında çöreklenen huzursuzlukla bildirime dokundum, parmak izimi okuttuktan sonra açılan mesajı okumaya başladım.

Cenk: Yarın müsaitsen görüşmek istiyorum.

Gözlerim mesajın üzerinde ilerlemeye devam ederken kaşlarım havaya kalktı ve bir kere daha kısa mesajı okudum. Benimle görüşmek istiyordu. Neden? Neden aylar sonra mesaj atmıştı? Benimle ne konuşacaktı?

Cenk Çukur'un aklından neler geçiyordu?

Başım eğik bir şekilde ekrana bakmaya devam ederken telefonun üzerine bir el uzandı, tam önümde durduğunda, "Dans?" diyen kısık sesi duydum. Ses oldukça yakın, nefes oldukça sinsi bir yılan gibi boynuma sürtünecek kadar kışkırtıcıydı. Ne kadar bu hareketi ve sesi beklemesem de irkilmek yerine bu sefer tek kaşımı kaldırdım ve avuç içi yüzümü gören ele baktım. İnce çizgiler avuç içini dolduruyor, gözümün önünde bir kaderin resmini görüyordum.


Telefonun ekranını kapatırken, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım ve başımı tamamen geriye attığımda saçlarım Rüzgâr'ın bacaklarına sürtünerek aşağıya salınmıştı. Tam yukarıda, benim içimi görebilecek kadar dikkatli ela gözlerini bana odaklayarak bakarken sertçe yutkundum, o sert yutkunuşla gerilen boynum bir jilet ucu değmiş gibi çizildi. Göğsüme kanlar sızarken, "Olur," dedim sadece dudaklarımı oynatarak.

Rüzgâr kısaca dudaklarımı okudu, ardından bir adımla yanımda durdu. Eli hâlâ havada tutmam için duruyordu. İçimde bir kelebek kanat çırpmak için kanatlarını açtığında bir rüzgâr sertçe esiyor, o kelebeğin yeni yetme kanatlarını koparıyordu. Ben o kelebeğin uçmasını, kısa ömrünü kendiyle geçirmesini istiyordum ama kelebek benden yana değildi.

Aptal kelebek, üç günlük kısa ömrünü onun kanatlarını koparan rüzgâra adamıştı.

Telefonu masanın üzerine bıraktıktan sonra sağ elimi yavaşça sıcak avucunun içerisine bıraktım ve ayağa kalktım. Ellerimiz, göğüslerimiz arasında kalırken derin bir nefes aldım ve boşta kalan elimle saçlarımı arkaya attım, başımı kaldırarak onun gerilen çenesine baktım. Kirli sakallarına rağmen çenesinin gerildiğini görebiliyordum. Bakışlarım aşağı yavaşça süzülen bir su damlası gibi boynuna aktı ve o an tekrardan dövmesini gördüm. İhtişamlıydı. Her saniye de birazımı onda bırakarak aşağı indim ve açılan birkaç düğmesinden görülen beyaz tenine baktım.

Tanrı, insanları bu zamana kadar topraktan yarattı zannederdim ama bu, onun tenini görene kadardı.

Tanrı, onu bir ölümden var etmiş gibi diriltmiş, daha sonra boynuna dikiş izlerini yerleştirmişti. İtinayla, emekle, özenerek...

Dudaklarımın arasından çıkan nefes onun çenesine çarptığında başını çevirerek hafifçe bana baktı, ardından avucunun içerisinde bulunan elimi iyice kavradı ve masaların arasında ilerleyerek dans eden insanların yanına ilerletmeye başladı. Kırmızı elbisenin uçları uçuşarak kıvrım kazanırken onun adımlarına eşlik etmeye çalışıyor, her büyük adımda bacağımdaki yırtmaç kendisini daha fazla belli ediyordu.

Beni aniden döndürüp kendisine çektiğinde bir dans pistinden ziyade bir savaş meydanında gibi hissediyordum. Neredeydi? Neredeydim? Bilmiyordum ama vardık, aynı yerdeydik. Bir ip belim boyunca kıvrılır, aniden sıkarak nefesimi keserdi ya; öyle bir histi kollarının arasında bulunmak. Kaçmamdan ziyade birisi beni, ondan alacakmış gibi sıkı sıkıya koluyla sarıyor, diğer eliyle de elimi tutuyordu. Sol elimi omuzuyla boynu arasına yerleştirdim ve ritimle birlikte ona eşlik ettim. Adımlarımın acemiliğine nazaran onun hareketleri daha hâkimdi dansa. Parmakları bazen geçen gece yaptığı gibi belim ve sırtımda dolanıyor, gözlerimi kısmamak için kendimi tutmak zorunda kalıyordum. Parmak uçları her tenime sürtündüğünde kuyruğunu indirmiş bir kedi gibi ona sırnaşmak, kendimi sevdirmek istiyordum.

Bir sokak ortasında gördüğüm yabancıya sırnaşmak istediğim kadar başım okşandıktan sonra bırakılmak da istemiyordum.

"Acemi gibisin." Kapanmak için an bekleyen gözlerim yavaşça aralandı ve kirpiklerimin kaşlarıma sürtündüğünü hissettim.

Üstten beni izlediğini bilirken, "Galiba," diye mırıldandım sarhoş gibi çıkan bir sesle.

"Bırak kendini bana," dedi kelimelerin altında yatan başka anlamları sezinlerken. O anlamları kapı dışarı ettim, hayatım oldukça kalabalıktı ve onları şu an düşünemeyecek kadar doluydum. "Bir şey olmaz."

Dudağımın bir kenarı hafifçe yukarıya kıvrılırken, "Çok şey olur," dedim ve dudaklarımdaki gülümseme genişledi. "Sana güvenmiyorum. Bırakamam."

Rüzgâr, belimdeki elini çekti, öyle hızlı bir şekilde beni geriye ittirdi ki kalbimi orada, onun önünde bırakarak geriye gittiğimi düşündüm. Dişlerimi birbirine bastırmak dışında hiçbir şey yapamazken onun ifadesiz yüzüne baktım. Rüzgâr, beni kendisine çekti ve vücutlarımızı bir yapbozun iki parçası gibi birbirine girmesine izin verdi. Dudaklarımı ayırdığım anda hızlı bir soluk onun boynuna, dövmesinin üzerine çarptı. "Nasıl beceriyorsun, anlamıyorum," diye düşünceli bir sesle fısıldadı, çenemi omuzuna yerleştirirken. Kalbim çok hızlı atıyordu, bunu duyabiliyor muydu?

Kalbim, kollarını açarak kalbine sarılacak kadar çok atıyordu.

"Neyi?" diye sordum diğer dans edenleri izlerken. Rüzgâr, elimi omzuna koydu, ardından diğer elini de belime koyarak çok fazla samimi gelebilecek şekilde dans edebileceğimiz pozisyona geçti. Bir an bu durum bana absürt gelse de, "Neyi beceriyorum?" diye sordum merakıma yenik düşerken.

Merak, bir insanın zamanla belirlediği sınırlarını elindeki meşaleyle ateşe verebilecek kadar güçlü bir duyguydu.

"Kimi zaman bir şeffaflık alıyor yüzünü, tüm duygularını belli ediyorsun: Korkunu, üzüntünü, şaşkınlığını... Her şeyi, aynaya düşen ifadeni çizip yüzüne yapıştırıyorsun." Hayatım boyunca kendimi, bir başkasının ağzından dinlemek masal gibi geldiği için hiçbir şey demeden onun dediklerine kulak vermeye devam ettim. Sesi hâlâ düşünceli geliyordu. "Ama bazen... Bazen ne hissettiğini yüzünden anlamam imkânsız, az önce korktuğunu asla anlayamazdım."

Burnumdan hafifçe gülerken, "Belli etmediğimi söylerken korktuğumu düşünüyorsun... Kelimelerle aran yok gibi, Rüzgâr," diye mırıldandım yavaşça.

"Korktuğunu anlayabiliyorum."

"Korkmadım," dedim düz çıkan bir sesle.

"Kalbin yalan söylediği ne zaman görülmüş, Sidal?" dedi bir fısıltıyla kulağıma. Sıcak nefesi, bir bıçağın sivri ucu gibi boynuma sürtünerek aşağıya doğru akmış, gerdanıma doğru ilerlemeye başlamıştı. Kalbim, kendi adının geçtiğini anlamış gibi tekrardan sertçe göğsüme vurdu. Rüzgâr bir elini sırtıma, diğer elini de belime yerleştirdikten sonra nazikçe belimi arkaya doğru yatırdı ve ondan uzaklaştırdığım yüzüm, gözleri önüne düştü. Gözleri her şeyi biliyormuş, bakarak anlayabiliyormuş gibi bakıyordu gözlerimin içerisine. Üzerime bir gölge gibi devrildiğinde, "Ya korkuyorsun ya da..." diye mırıldandı ancak hemen sonra dudaklarını birbirine bastırarak sustu.

Kaşlarım hafifçe çatılırken, "Ya da?" diye fısıldadım. Müziğin son saniyeleri olduğunu bildiğim için hızlıca konuşmasını istiyordum.

Rüzgâr, beni sıkıca tutarken yavaşça doğrulttu ve yanaklarımız birbirine temas ettiğinde yanağıma batan sakallarıyla içimdeki bir his, bir damla su gibi aşağı doğru aktı. Dudaklarının kulağıma yakınlığını nefesinden anlarken, "Ya da o küçük kalbin sana ihanet ediyor," diye mırıldandı ve geriye çekildiğinde elimi nazikçe tuttu. Kısa bir süre yüzüme bakarak bekledi, daha sonra dans alanından çıkmak için yürümeye başladı.

Adımlarım onun arkasında kalırken başımı kaldırdım ve bir elinin içinde olan elime bir de ona baktım. Bir cevap verememiş, susmayı tercih etmiştim ve o, susmama takılmamıştı. Belki de susmam beklediği tepkilerimin arasındaydı.

Rüzgâr haklıydı, kalbin yalan söylediği nerede görülmüştü?

Ben sadece korkmuştum, bu kadar. Kalp ihanet ederdi ama o kalp, benim kalbim değildi.

Rüzgâr elimi bırakıp Çağatay'ın yanına ilerlemeye başladığında olduğum yerde onu izliyordum. Tüm gece Çağatay gayet keyifli görünürken şimdi yüzünde yine o ciddi ifade vardı; kaşlarını çatarak ona doğru gelen Rüzgâr'ı bekliyordu. Ne olmuştu yine? Elime çarpan soğuk havayla dikkatim dağılırken bakışlarımı onlardan çekip elime indirdim. Boşluk hissini net bir şekilde hissetmiştim. Başımı tekrardan kaldırdığımda Enes'in de yanlarında bulunduğunu fark ettim.

Ne oluyordu?

Üçü neden bir aradaydı?

Kaşlarımı çatarak onlara doğru ilerleyeceğim anda, "Sidal," diye seslenen sese döndüm. Üzerinde krem rengi elbise olan tanımadığım bir kız bana doğru hızla gelmeye devam ederken kaşlarımı biraz daha çattım ve kızı izlemeye başladım. Ne olmuştu? Aramızda birkaç adım kalırken, "Pelin seni çağırıyor," dedi nefes nefese kalmış bir şekilde.

Başımı çevirdim ve kenarda konuşan Çağatay, Rüzgâr ve Enes üçlüsüne baktım, daha sonra bakışlarımı kıza çevirirken, "Acil mi?" diye sordum. Ne olmuştu da beni çağırıyordu? Onların neler konuştuğunu merak etme nedenim konunun bir şekilde Elif olduğuna dair hissettiklerimdi. Bir sorun mu çıkmıştı?

Kız başını bir kere salladı, "Yardım etmek istedik ama illa seni istedi," dedi ne yapacağını bilmediğini göstererek.

Derin bir nefes alıp verirken, "Peki," dedim yavaşça ve son defa üç erkeğe de baktım; hararetli bir şekilde konuşmaya devam ediyorlardı. "Gidelim."

Pelin'in elbisesini değiştirmesine yardımcı olurken benimle konuşarak rahatlamak istediğini fark ettim ve aklımda üç adamın silueti varken onunla konuşarak rahatlamasını sağladım. Birazdan düğün son bulacak ve Pelin'le Enes balayı için yola çıkacaklardı. Üzerindeki kabarık gelinliği çıkarmış, onun yerine uzun kollu, uçuş uçuş beyaz bir elbise giymesine yardımcı olmuştum. Ne kadar onunla konuşsam da kafam dağılmıyordu, aklım hâlâ onlardaydı. İçimden bir ses iyi bir şeylerin olmadığını söylüyordu.

Pelin ile hızlı hızlı konuştuktan sonra onun lavaboya girmesini izledim ve ardından zaman kaybetmeden aşağıya inerek üçlüyü aramaya başladım. Neredeydiler? Başımı çevirdiğim anda bana doğru gelen Arda'yı gördüm ve en sonunda onları bulsam da bu konuyla alakalı konuşup konuşmadıklarını soramayacağım için bunu sonraya erteledim. Dudaklarında hafif bir gülümseme oluşurken, "Nerelerdeydin?" diye sordu ve tam önümde durdu. "Sabahtan beri seni arıyorum."

Elimi kaldırıp arkamda kalan merdivenleri gösterirken, "Pelin'e yardımcı oluyordum, birazdan çiçeği atacak ve düğün bitecek," dedim yavaşça.

Kaşlarını hafifçe çatarken, "Yorgun görüyorsun, Sid?" diye sordu.

Başımı hafifçe iki yana sallarken, "Biraz daha bana, yorgun görünüyorsun, dersen seni sokakta bırakacağım," diye homurdandım. "İyiyim ben."

"Tamam, sinirlenme," dedi ve hafifçe güldü. Bir süre sessizce etrafı beraber izledik, Pelin'in inmesiyle bu sessizlik dağıldı. Arda dikkatli bir şekilde bir Pelin'e bir de elindeki çiçeğe bakarken, "İzle bakalım," diye hırsla mırıldandı ve dudaklarını yaladı. "Şimdi o çiçeği nasıl kapıyorum..."

Ona baygın bir bakış atarken sırıttım. "Rezillik çıkarma, yeter," diye homurdandım. "Düğün sonu kavga çekemem."

"Asla," dedi Arda. "Sessiz sedasız halledeceğim." Başımı sallamakla yetindim.

Pelin ortaya geçtiğinde diğer tüm arkadaşları onun arkasına sıralanmıştı. Bunların içerisinde Arda da olmak üzere erkeklerde vardı. Hareketli bir müzik çalmaya başladığında merdivenlerin ucunda onları izlemekle yetiniyordum. Ne kadar Arda'yı bu konuda tersleyip kapatmak istesem de dün gece aldığım güzel uyku bana yetmemiş, vücudum daha fazlası için sızlanıyordu. O ilaçlardan içme zamanı gelmişti, en azından birkaç saat rahat ederdim. Bakışlarımı mekân içerisinde hızla dolaştırırken en azından Rüzgâr'ı bulma ümidindeydim. Neredeydi? Şu an eğlenen Enes'in yanına gidip ne konuştuklarını sormam uygun olmaz diye duruyordum.

Gözlerim dans edenler üzerinde hızla ilerlemeye devam ederken hemen arkamdan gelen sesle birlikte bakışlarım bir noktaya odaklandı ve müziği arka plana atarak onun sesini dinlemeye başladım. "Bir sorun mu var?"

Boğuk sesi hemen arkamdan gelirken başımı çevirip ona bakmadım. Derin bir nefes aldım, göğsüm bu nefesle hızla şişerken, "Sana sormak lazım," diye mırıldandım. Mekânın en köşesinde, merdivenlerin dibinde karanlıkta kalıyorduk. Benden bir basamak yukarıda olmalıydı ki sırtımdaki dekolteye temas eden gömleğinin soğuk düğmelerini hissedebiliyordum. "Çağatay ne anlattı size?"

"Hiçbir şey," dedi hızla.

Kaşlarım yukarıya kalkarken, "Emin misin?" diye sordum.

"Evet. Klasik bir konuydu sadece."

"Klasik bir konu için üçünüz de epey sinirli ve düşünceliydiniz, Rüzgâr," dedim ve arkamı döndüm, tahmin ettiğim gibi benden bir basamak yukarıda duruyordu. Boyu zaten benden uzunken şimdi daha ihtişamlı ve büyük görünüyordu. Başımı tamamen geriye attım ve alttan ona bakarken, "Yaşım sizlerden küçük olabilir ama aptal değilim," dedim bu sefer sert çıkan bir sesle.

Rüzgâr ifadesiz bir yüzle üstten bana bakarken, "Aptal olduğunu söylemedim," dedi.

"Ama bu işte beraber olduğumuzu söyledin," dedim düz tutmaya çalıştığım bir sesle. Bir şeylerin saklanmasından, gizli tutulmasından nefret eden kişiliğim, bu derece büyük olayda daha ön plana çıkıyordu. "Ne olduğunu bilmeye hakkım var, olan biteni üçünüz arasında tutamazsınız."

Rüzgâr bir süre gözlerimin içine baktı, bu karanlık yerde gözleri koyu yeşil duruyordu. "Önemli bir şey değil," diye mırıldandı kısaca.

"Söyle," diye direttim.

"Hakan Aydın," dedi ve hatırlayıp hatırlamadığımı ölçmek adına gözlerimin içine bir süre bekleyerek baktı. "Elif'in nişanlısı, çocuğunun babası olan Savcı Hakan Aydın." Başımı kısaca salladım. "Elif'in mekâna girdiği görüntüleri izlemiş, daha sonra hemen mekâna gelerek mekân sahibiyle yani, Enes'le konuşmak istemiş ve biraz sorun çıkarmış," diye konuştu düşünceli bir sesle. "Bu kadar. Enes'e de bunu anlatıyordu, Çağatay."

"Sorun olur mu adam?" dedim düşünceli bir sesle. Ne kadar ileriye gidebilirdi ki? Çağatay çok fazla kendisinden emindi, hiçbir delilin olmadığını söylüyordu ama içimdeki o küçük kıvılcım... Büyük alevlere dönüşecek diye korkuyordum.

Rüzgâr kaşlarını indirip kaldırırken, "Rahat ol," dedi net bir sesle. "Kimse bir şey yapamaz."

"Ne yapmış mekânda tam olarak?" diye sordum kendi kendimi telkin ederken. "Ne kadar ile-"

"Bırak!"

"Ne oluyor?" dedi lafım bölünürken. Gözlerim hafifçe büyürken arkamı döndüm ve o ara Rüzgâr, benden hızlı davranarak önüme geçmişti. Ne oluyordu? Bağıran kimdi?

Rüzgâr'ın omuzunun üzerinden ilerideki kalabalığa bakarken, "Kim bağırıyor?" diye sordum telaşla. "Ne olmuş? Kim, kime ne demiş?"

O an Rüzgâr omuzu üzerinden bana doğru dönerken yüzünde afallamış ve sinirli bir ifade vardı. Kaşlarını hafifçe çatarak bana bakarken, "Nereden bileyim ben, Sidal?" dedi hafif yüksek çıkan bir sesle. "Seninle aynı anda duydum bağırışı."

"Ya, bıraksana be kadın!"

Başımı Rüzgâr'ın kolunun yanından çıkardım ve o an apaçık ortada kadınla tartışmaya giren Arda'yı gördüm. Gözlerim bu görüntü karşısında büyürken dudaklarım hafifçe aralandı ve o an bu kadının, Arda'nın evde dördüncü kocasıyla ilgili bir şeyler anlattığı daha sonra gidip sohbet ettiği kadın olduğunu fark ettim. Ne olmuştu da bu hâle gelmişlerdi?

"Ne alaka ya?" diye mırıldandım afallayarak. O an kadın yan döndü ve elindeki gelin çiçeğini gördüm. Arda da gelin çiçeğinin diğer tarafını tuttu ve ortada kadınla bir çekişmeye girdi. "Yok artık! Pelin öldürecek Arda'yı."

Başımı çevirdim ve Enes'in koluna girip sertçe bir şeyler söyleyen Pelin'i gördüm. Bazen Enes'e sertçe bakıyor bazen de başını çevirerek ortada kadınla hâlâ bir rekabet hâlinde olan Arda'yı izliyordu. Çok sinirlenmiş gibiydi.

"Uuuu!" Başımı kaldırdım ve o an eğlenerek ve az çok olacakları bilerek Arda'yı izleyen Rüzgâr'ı gördüm. Dudakları ileriye doğru büzülmüş, arada yüzünü buruşturarak onları izliyordu. "Galiba evlendiği gece kayınbiraderi yüzünden boşanan ilk çift, bizimkiler olacak," diye mırıldandı.

Tam konuşacağım anda Arda'nın sesini duydum ve başımı çevirerek ona baktım. Gelin çiçeğini kendisine doğru çekerken, "Bırak şunu," diye tısladı.

Kadın da kendisine doğru çiçeği çekerken, "Bırak, terbiyesiz!" diye bağırdı. "Ben kaptım çiçeği, benim."

"Teyze!" diye bağırdı Arda ve o an başımı iki yana salladım. Babasının elinden ben bile kurtaramazdım. "Ne yapacaksın sen çiçeği? Neyine lazım?" Elimi Rüzgâr'ın koluna koydum ve onun arkasından kafamı daha çok uzatarak dehşetle olanları izlemeye devam ettim. İçimden bir ses sıkıcı düğünün eğlenceli hâle gelmesine mutluydu ama bunu yapanın Arda olması hoş olmamıştı.

"Gelin çiçeğini kim kaparsa o evlenir," dedi kadın nefes nefese. Yüzü kızarmaya başlamıştı ama hâlâ çiçeği çekmeye devam ediyordu.

"Dördüncü daha ölmedi ki," dedi Arda ve o an kendimi tutamayarak güldüm. "Daha on günün var."

"Arda!" diye bağırdı babası ve dişlerimi yavaşça dudaklarıma geçirdim. İşte şimdi başlıyoruz...

Kadının yüzü daha da kızarırken, "Kalbim," dedi ve o an çiçekte olan eli elbisesinin üzerinden göğsünü buldu. Haydaa...

Gözlerim git gide büyürken, "Rüzgâr," diye fısıldadım ve yavaşça yere çöken yaşlı kadına baktım. Elimi ardı ardına hızlıca Rüzgâr'ın koluna vururken, "Koş!" dedim dehşetle. "Kadına bir şeyler oldu."

Rüzgâr zaman kaybetmeden kadına doğru ilerlemeye başladığında ben de Arda'yı diğerlerinin elinden kurtarmak adına peşinden gittim.

1 SAAT SONRA...

"Üzülme," dedim elimdeki kahve fincanını masanın üzerine bırakırken. Yan gözle masada oturan Arda'yı kontrol ettiğimde hâlâ somurtarak masanın üzerine bakıyordu. Çaprazındaki sandalyeye oturduğumda, "Hadi ama..." diye söylendim. Ne diye yüzünü asıyordu? Kurtarmıştım işte onu.

"Ama Sidal..." dedi ismimi uzata uzata. Başını kaldırdı ve bana baktı. "Ben haklıydım, hem bir şey yapmadım ki."

Dirseğimi sandalyenin kenarına koyarken gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kaldım. Ne oldu, der gibi göz kırptığında başımı iki yana salladım. "Bir şey yok, bir şey yok..." diye mırıldandım. Bana dümdüz bakmaya devam ettiğinde en sonunda kendimi tutamayarak sesli bir şekilde güldüm.

"Sen de mi, abla?"

Gülerken, "Ne ben de mi?" dedim ve daha çok güldüm. "Arda nasıl gerçekleştiriyorsun, bilmiyorum ama yine gecenin yıldızı sen oldun."

"Gülme," dedi kınayıcı bir şekilde beni izlemeye devam ederken. "Zaten moralim bozuk."

Gülmemi bastırmaya çalışırken, "Özür dilerim," dedim ama sesim, gülmemi bastırmaya çalıştığım için kısık çıkmıştı. Gözümdeki ıslaklığı avcumun içiyle silerken gözlerim masanın diğer ucuna kaydı.

Gelin çiçeği karşımda duruyordu.

"Ne yaptın ne ettin aldın," dedim ve ayaklarımı sandalyenin kenarlarına koyarak rahat bir pozisyon aldım ve bakışlarımı ona çevirdim. Çiçeğe bakıyordu ama gülmek yerine iğrenç bir şeye bakıyormuş gibiydi. "Ne işine yarayacak Allah aşkına o çiçek? Değdi mi?"

"Değdi," dedi ve o an sırıtarak bana döndü. Gözlerini hafifçe bayarken, "Allahtan kadına bir şey olmadı, üstüme kalırdı," diye homurdandı. "Çiçek artık onun mezarına nasip olurdu."

"Hapları Allah'tan çantasındaymış," dedim kupamı önüme çekerken. Esen rüzgâr saat ilerledikçe kendini daha fazla belli ederken, çıplak tenimi hissedemeyecek kadar donmuştum. Bakışlarım şehrin manzarasına kayarken, "Rüzgâr müdahale etti de bir şey olmadı," diye mırıldandım kısık sesle.

"Ne oluyor bilmiyorum ama..." dedi ve o an sandalyenin fayanslara sürtünme sesini duydum, başımı çevirerek ayağa kalkan Arda'ya baktım. Bakışları masanın üzerindeydi ve bir süre orayı izleyerek düşündü, ardından başını çevirerek gözlerime bakıp, "Sende bir şeyler var," diye mırıldandı. Neden dönüp dolaşıp aynı yere geliyordu? Konu farklı da olsa bir yolunu bulup buna getiriyordu ve bu, çok can sıkıcıydı.

Kaşlarım yavaşça havaya kalkarken, "Ne gibi?" diye mırıldandım düz bir sesle. "Aynı Sidal'im işte, ne varmış?"

Arda, masanın üzerinde kendisine ait ve hiç içilmemiş bardağı önüne çekerken, "Ya sen çok büyük sıkıntıdasın, korkuyorsun..." diye mırıldandı ve başını sağa eğerken, "Ancak sen Deniz Boran'ın kızısın, bir sıkıntı varsa ortadan kaldırırsın," dedi kendinden emin bir sesle, sanki o an sırtımı yasladığım sandalyenin parçaları sırtımdan girerek göğsümden çıkmıştı. Bir ton yük göğsüme binerek ağırlık oluşturmuş, nefes alamamıştım kısa süreliğine. Bu karanlıkta açılıp kapanan kahverengi gözleri zehir zemberek gibi görünürken, o gözleri benden ayırmaması daha çok rahatsız ediyordu.

Bacaklarımı karnıma yavaşça bastırırken, "Ya da?" diye mırıldandım. Sesim, havadan bile soğuk çıkmıştı.

Arda, elindeki kupayı kaldırdı ve gözlerimin içine alaycı bir şekilde bakarken, "Ya da Sidal Boran âşık oluyor," dedi kelimelerinde de alay kendisini belli ederken.

Kaşlarım aşağıya indi, hafif kıstığım gözlerimle ciddi olup olmadığını ölçmek adına dikkatlice baktım; ciddi duruyordu. En iyisi çaktırmamak diye düşündüm ve dudaklarımda hafif bir sırıtma oluşurken, "Hadi ya," dedim kısık bir sesle. "Nereden anladın sen bunu?"

Sesimdeki bariz alaya karşılık Arda hafifçe bana doğru eğilirken gözlerini artık daha yakından görüyordum, yüzümdeki tüm ifade silindi. Bir ressamın boş tablosu gibi onun gözlerine bakarken, "Sen beni salak mı zannediyorsun?" diye hafif aşağılayarak konuştu. "Yaşım senden küçük ama seni, senden daha iyi tanırım ben, senin bir kopyanla aylarca yaşadım," dedi gittikçe sertleşen bir sesle. Ressamın tablosunda bir kadının göz kenarları çizilirken, o kadın titreyen ellerini kucağına bırakmak zorunda kalmıştı. "Sen bir şeyler saklıyorsun, abla." Gözlerime o kadar dikkatlice bakıyordu ki en sonunda dayanamayarak gözlerimi yavaşça yumdum. Arda'nın sırıtma sesini duyarken, "Yum sen yum," diye söylendi ve sesi yavaşça benden uzaklaştı. Doğrulmuş olmalıydı. Gözlerimi araladığımda onun benden uzaklaştığını, üstten dik dik bana baktığını gördüm. Dudaklarını dışarıya doğru büzdü, ardından omuzunu umursamazca silkerken, "Kendin bilirsin küçük Boran," dedi. Sinirle dişlerimi birbirine geçirdim.

"Odana git," dedim dişlerimin arasından.

Başını bir kere salladı, ardından arkasını dönüp yavaşça balkondan içeriye girdi. Hırsla önüme dönerken gözlerimin bu kadar hızla dolmasına şaşırmıyordum. Seçili kelimeler iğneydi ve dilden döküldüğünde gözlerime hiç acımadan batıyordu. O gece, şafak sökene kadar o sandalyenin üzerinde bekledim. Geçmişe giden zihnim, yarım kalbimi sıkıca kavrayarak peşinden sürüklemişti.

Yarımdım.

Hiç olacaktım.

Soğumuş kahveyi lavabonun içerisine döktükten sonra makineye yerleştirdim, ardından üzerimi değişmek için odama çıktım. Akmayan yaşların ağırlığını hissederken kendimi yorgun hissediyordum. Arda'ya sinirliydim, bana geçmişten bir parmak bal getirip ağzımı yakmıştı.

Geçmişten getirilen bal acıdır, boğaz yakmaz ama ciğerin yanar, anlamazsın.

Bol bir kot pantolon ile kahverengi kazağımı giydim, saçlarımı açık bırakarak banyoya girip işlerimi hallettim. Uykusuz kalan göz altlarımdan daha çok mavi gözlerimin etrafını saran kırmızı ipler, tüm gece uyumadığımı daha çok belli ediyordu. Yüzümü silmek yerine ıslak bıraktım ve önce banyodan, daha sonra çantamı alarak odadan çıktım. Erken saatte dersim vardı ve her ne kadar gittiğim derste bir şeyler anlamayacağımı bilsem de değişiklik istiyordum, olaydan önceki hayatımı yaşamaya devam edersem her şey geçer diye düşünüyordum.

Evden çıkmadan önce aralık kapıdan içeriye girip Arda'ya baktım. Yüz üstü, başının altındaki yastığa sıkı sıkı sarılmış, uyuyordu. Derin bir nefes alırken aşağıya indim ve bir süre taksi bekledim, ardından gelen taksiye binerek okula gitmek için yola çıktım. Pelin yolda olduklarına dair kısa bir mesaj atmıştı gece. En azından o ve Enes iyiydi. Başımın belaya girmeyeceğine -ne kadar içimde şüphe olsa da- inanmıştım ama beni bir kuyuya koymuşlar da ben o kuyuda mahsur kalmış gibi kendimi boşlukta hissediyordum.

Kalabalık ve büyük bir caddede her şey kısa bir anda olup bitmiş, sonra orada bulunan herkes geriye çekilerek beni ortada tek başıma bırakmışlar gibi bir histi.

Başımı cama yaslayarak üniversitenin kapısına gelene kadar orada durdum ve dışarıyı izledim. Baştan sona her şeyi tekrardan aklımdan geçirdim, artık eskisi gibi üzüntü duymadığımı fark ettim ve kendime yabancıymış gibi hissettim. İnsan, gerçekten de her şeye alışıyordu. Süreler uzar ya da kısalırdı ama bir gün unutamasa bile alışıyordu.

Alışmak, insanın kendisine yaptığı ihanetlerinden bir tanesiydi.

Alışıyordum ya da çoktan alışmıştım.

Üzüntü; içimize kök salan bir bitkiydi, yabani olduğu kadar tanıdık bir bitkiydi. Eğer ağlarsan o daha fazla kökünü içine salar, bir gün o kökler kalbini arasına alıp parçalayana kadar sıkardı. Ağlarsın ve kalbin paramparça olurdu. Eğer üzülmez ve ağlamazsan o yabani bitki kururdu.

Göğsümün içinden bir hançer gibi geçen kökü kurutmak için ağlamıyordum.

Taksi şoförüne ücretini ödedikten sonra arabadan indim ve kimseyle konuşmadan dersimin bulunduğu sınıfa girdim. İçeride toplanan kalabalığa bakılırsa birazdan ders başlayacaktı. Kısaca sınıfta göz gezdirdikten sonra gözlüklü bir kızın yanına oturmaya karar verdim ve o anda sınıf kapısının kapandığını duydum. Hoca gelmiş olmalıydı.

Hızlıca kızın yanına ilerlerken sessizlik, bir ruh gibi sınıfa çöktü. "Merhaba, arkadaşlar." Boğuk, düz bir erkek sesi. Tanımıyordum. Kimdi bu adam? Keşke gelmeden önce ne dersine gireceğime baksaydım. Çantamı masanın üzerine bıraktım ve kızdan gözlerimle izin alıp yanına oturdum. Başımı kaldırdığımda ortada duran genç adama baktım.

Hiç görmediğim biriydi.

İlk gözüme çarpan çökmüş göz altlarıydı. Aramızdaki mesafeye rağmen yorgunluğu görülmeyecek gibi değildi.

"İdari hukuk derslerinize kısa süreliğine ben gireceğim," dedi ve boğazını temizleyerek koca sınıfta gözlerini gezdirdi. "Ben, Hakan Aydın."

BÖLÜM SONU!

İnstagramdan ve buradan beni takip ederseniz çok sevinirimmm

İnstagram: biliyoruzki

DÜĞÜM(KİTAP OLDU)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin