7.BÖLÜM- SES

10 0 0
                                    

Ses... Belki de ilk defa bu kadar korkutucu  olmuştu...

Isabella isminin anons edildiğini duyuyordu. "Isabella Rosier Park teslim ol!"
Olayı bir cümle ile açıklarsak şöyle olurdu;
"Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu." Evet, olmak ya da olmamak. Ya teslim olacaktı ya da olmayacaktı. Teslim olursa mahrum kalırdı gökyüzünden, havadan, Lukas' dan. Evet onu düşünüyordu. Onu düşünmediği an varmıydı? Hayır. Yok.

(ISABELLA'NIN ANLATIMIYLA)
Adım anons ediliyordu. İlk önce sıkıntı yoktu. Saklandım, ses çıkarmadım Lukas'a baktım. Endişelendiğini belli eden yüzüne baktım. Biliyordum, benim için endişeleniyordu, içi içini yiyordu. Ama soğukkanlı davranmaya çalışıyordu. O sertti. Ama farklıydı. O tam olarak şöyleydi;
Bir duvar kadar sert, bir marshmellow kadar yumuşaktı, zamana ihtiyacı vardı. Polislerin ormana doğru ilerlediğini duydum. Korkuyordum. Bir belaya karışmıştım ve bunun bedelini çok ağır ödeyecektim. Lukas kafasını oynatarak bana nereye gideceğimizi gösteriyordu. Gösterdiği yer ormanın uçsuz bucaksız kısımlarıydı. Sanki oraya ilk biz adım atacaktık. İlerledikçe orman gerçekten orman oldu. Bakımsızdı, evet bakımsızdı. Ormana bakım yapılırmıydı? Muhtemelen yapılmazdı. Ama insanoğlu değer verecekleri şeylere değer vermezdi. Buralar görülmeye değerdi. Etrafıma korku ve hayranlıkla bakıyordum. İlerledikçe ilerliyorduk. İki saatlik bir yol sonunda dayanamayıp bir çam ağacının yanına yığıldım. Kendimi bıraktım. Lukas yanıma yaklaştı. Laciverte boyanmış ancak boyası biraz akmış olan saçlarıma baktı. "Buradan gitmeliyiz." dedi. Evet buradan gitmeliydik. Ömrümüzün sonuna kadar bir çam ağacının yanında dikilemezdik. Sınırlı erzağımız kalmıştı. Lukas yanıma otururken bana bir cümle daha yöneltti. "Biraz dinlen daha sonra buradan gideceğiz. Isabella ve Lukas burada kalıcak. Biz artık biz olmayacağız." Ona umutsuzlukla baktım ve "Yolu biliyor musun? Bize en büyük düşman yollar." dedim. Bana baktı ve ağızından şu cümle çıktı; "Olsun, varsın yollar bize düşman olsun. İstemesin dünya bizi. Biz birbirimize yeteriz." Bu da ne demekti? Biz gerçekten bizmiydik? Yaklaşık yarım saat kadar dinlendik. Yola çıktık. Az gittik, uz gittik. Dere, tepe düz gittik. Biraz masal gibi anlattım ama... Lukas yolları biliyordu. Çok rahat bir şekilde kestirmeleri kullanarak üç saat sonra oradaydık. Nerede diye sormayın bende bilmiyorum. Lukas bir telefon görüşmesi yaptı. Yarım saat kadar bir bankta oturduk bekledik. Sonra ne mi oldu? Yağmur başladı. Ama Lukas hiçbirşey olmamış gibiydi. Yağmurda başını eğmemişti. Ilk defa yağmurda kafasını eğmeyen biri. Ben dışında! Ona hayranlıkla bakarken birden kafasını bana çevirdi. Galiba ilk kez bu kadar güzel bir şekilde göz göze gelmiştik. O sırada siyah bir limuzin tam karşımızda durdu. İkimizde gözlerimizi limuzine çevirirken ayağa kalktı. Elini bana uzattı "Gel, gidiyoruz." Elini hiç tereddüt etmeden tuttum. Arabaya bindik. Araba son derece lüks görünüyordu. Lukas'a baktım ve "Nereye?" diye sordum. Lukas gülümseyerek "Paris'e" dedi. Ne? Doğrumu duydum? Benim yıllardır hayalini kurduğum o şehir mi? İçim bir değişik oldu. Cevap vermedim. Ciddi ciddi sevdiğim çocukla aşkın şehrine mi gidiyorduk? 5 saat sonra bir benzinlikte durduk. Lukas yine elimi tuttu. Aşağıya indik. Hiçbirşey demeden el ele benzinliğe yürüyorduk. Daha sonradan buranın hem benzinlik hemde bir kıyafet mağazası olduğunu anladım. Lukas ilk cümleyi kurdu "Üstümüz başımız hep kirlendi. Paris'e böyle giriş yapmak istemeyiz değil mi?" dedi sırıtarak. Ay sırıtışını yediğim! Birşey demedim. Elini bırakmadan tam tersine elini sıkı sıkı tutarak giyim bölümüne girdik. Ben yine konuşmazken Lukas bana "Bence ilk sana bakalım sonra bana. Ayrılmamamız bizim için daha iyi olur." dedi eli hâla elimdeyken. "Tamam." dedim. Kadın bölümüne girdiğimiz sırada alt dudağımı ısırdım. Mükemmel ötesi kıyafetler vardı. Muhtemelen bunlar başka kızlara yakışırdı. Beyaz, pembe, mor elbiseler. Ah saçmalamayın benim rengim değiller. Aslında çok fazla elbise giymem. Ama arada giyersem siyah ya da kırmızı giyerim. Beni bu renklerin hep çekici gösterdiğini düşünürüm. Elim bir tane siyah elbiseye yöneldi. Elime aldım ve baktım. Evet iş görürdü. Lukas'a dönüp "Yeterli" dediğim sırada bana gülerek baktı. "Bir tane elbise mi? Oraya bir günlüğüne gitmiyoruz Izzy. Rahat ol ve kendine ne istiyorsan al. Sadece elbise olarak düşünme. Kışa giriyoruz. Eşofman, sweat falan al." Izzy mi? Bana sadece bunu en yakın arkadaşlarım derdi. Ona başımı salladıktan sonra bir elbise daha gördüm. Kıpkırmızı harika bir elbise. Gözüm ona kayarken ellerim elbiseye uzanıyordu. Elbiseyi bir anda ellerimde dururken buldum. Devam ettim. Siyah ve gri renkli iki eşofman, Siyah ve kırmızı renkli iki sweat aldım. Lukas'a benim alacaklarım bitti dedikten sonra erkek reyonuna yöneldik. Şey el ele... Girdik ve Lukas kendi için rahat kıyafetlere bakındı. Nedense aldığım şeylerin aynı renklerini, benzerlerini hatta sweatlerin aynısını aldı. Birşey demedim. Bir tane siyah gömleğe bakıyordu. Kabul edelim, bu ona çok yakışırdı. Altına da bir tane siyah pantolon. Ceket olarak da siyah bir ceket. Onu bunları giyerken hayal edemiyordum. Kasaya yöneldik. El ele. Kasada yaklaşık 21 yaşlarında bir hanımefendi vardı. Bize gülerek baktığı sırada Lukas'ın kulağına birşeyler fısıladı. Lukas gülerek kadına hayır der gibi kafasını salladı. Duyabildiğim kadarıyla kadın şöyle dedi "Sevgili misiniz? Çok yakışıyorsunuz. Sana tavsiyem genç adam, bu kızı kaçırma..." Allahım içimde kelebekler uçuşuyor dışım duvar gibi. Lukas kasaya ne kadar tuttuğunu sorduğunda kadın 2000 civarında bir fiyat söyledi. Lukas siyah kartla ödemesini yaptı. Siyah kart? Siyah kart? Market bölümüne geçtik. Lukas yolda yememiz için birşeyler alıyor bana da başka ne alalım diye sorular soruyordu. Ben hem bazı şeyler gösteriyor hemde raflarda göz gezdiriyordum. Hava oldukça soğultu. Kolumu okşadım. Lukas bunu görünce "Burda durmana gerek yok hem kasada çok sıra var. Sen arabaya git ben geliyorum." dedi. "Tamam." dedikten sonra arabaya yöneldim. Oturunca biraz sosyal medyada gezindim. Yaklaşık 3-4 dakika sonra arabanın kapısı açıldı. Gelen Lukas'dı. Elinde bir ayıcık. Ayıcık dediğime bakmayın. Ayı boyunda kocaman bir ayıcık. Bana uzattı. Bdn hiçbirşey demeden aldım ve yanıma oturttum. Lukas bana dönerek "Daha çok yolumuz var. 1-2 güne anca havalimanına varırız. Geç oldu uyuyalım." Şoför  arabayı sürerken ikimizde rüyalara dalıyorduk sanki. Ama ben Lukas'ın bana aldığı kocaman ayıya sarılarak uyuyordum. Gece bir ara şoföre "Sende uyu yarın devam ederiz." dediğini duydum. Yaklaşık 1 saat sonra uyuduğumu düşünmeliki "Kasiyerin dediği doğru. Biz çok yakışıyoruz." Sonra beklemediğim birşey oldu. Yanağımı öptü ve köşesine döndü. O kadar olaya rağmen uyuduğum en huzurlu uykuydu. Sabah uyandığımda arabada hareket ediyorduk. Ama ben yerimde değildim. Lukas'ın kucağındaydım. Belki de yerim burasıydı. Lukas hâla uyuyordu. Gözlerimi kapadım. Zamanın durmasını istedim kendimce. Saçlarımda bir el hissettim. O eli tuttum. Sonsuzluğa kadar tuttum ve içimden bir dilek diledim. Bu el hiç beni bırakmasın dedim. Herkes gitsin o gitmesin dedim. Dünya patlasın biz ikimiz kalalım istedim. Gözlerimiz kapansın biz ikimiz ölelim istedim. Ama ne oldu biliyor musunuz? Ben o kucaktan kalktım. Ama o eli bırakmadım. Bırakmam da herkes gitti. Ama o kalacak. Kalmalı! Beni bu kadar mutlu ettikten sonra kalmalı. Şoförün "Havalimanına bir  saat kaldı." sesiyle. Gözlerimi Lukas'a çevirdim. Bana bakıyordu ve  bana uzanarak "Eyfel kulesine son 1 saat." dedi. Gülerek baktım. Şoför'ün de dediği gibi 1 saat sonra havaalanındaydık.
*BÖLÜM SONU*
Eveet. Bölümümüz burada bitti! Parisde güzel anlar geçecek bir kaç gerçek öğrenilecek ve Lukas ile Isabella birbirini tanıyacak. Oylarınızı ve yorumlarınızı bekliyorumm. Bir sonraki durak Fransaa
-[•]V🦋

-KANLI OYUN-Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin