2000 yılının serin bir gününde, küçük bir köyde, yaşamın karmaşasından uzakta, yıllanmış taşlardan örülmüş bir evde geçiyordu hikayem. Evin duvarları, zamanla solmuş renkleriyle hikayeler anlatıyordu. Her tuğla, ailemin içinde bulunduğu karmaşık ilişkileri yansıtan birer iz taşıyordu.
Evin içi, dışı gibi eskiydi. Mobilyalar yıpranmış, halılar zamanın ağırlığı altında ezilmişti. Ama bu evdeki en çarpıcı şey, duvarların ardındaki sessizlikti. Üvey annem, her ne kadar fiziksel olarak yanımda olsa da, ruhen hep uzaktaydı. Gözlerindeki bakışlar, sıcak bir yuvanın değil, soğuk bir kış gecesinin yansıması gibiydi.
Babam ise, annemin yokluğunda kendi dünyasına kapanmış, dışarıya kapalı bir adamdı. Onun için annemin bıraktığı boşluk, doldurulamazdı. Üvey annem, bu boşluğu doldurmaya çalışsa da, baba ve kız arasındaki özlemi asla gideremedik.
Birdenbire kalbimde bir fırtına kopmuş gibi hissettim. Gözlerimin önünden geçen anılar, annemle geçirdiğim o kısa süreler, onunla olan her anımın üzerine bir sis perdesi çekilmiş gibi bulanıktı.
"Belki de yaramaz bir çocuktum," diye düşündüm ilk başta. "Ya da anneme fazla yük olmuştum," diye geçirdim içimden. Belki de ona göre benimle birlikte olmak, onun için çok zordu ve bu yüzden gitmeyi tercih etmişti.
Bu karanlık düşünceler, içimde bir kıvılcım gibi sıçradı durdu. Kalbimin derinliklerinden gelen bu endişelerle başa çıkmak zordu. Ama sonra, o son sayfadaki tatlı sözleri hatırladım. Annemin, beni ne kadar çok sevdiğini, ne kadar değerli olduğumu yazdığı o cümleler... Bu hatırlatma, içimdeki karanlık bulutları dağıttı ve yeniden umutla günlüğüme daldım.
Hayatım, küçük bir kızın gözünden bakıldığında masumane görünebilirdi. Ancak dokuz yaşında yaşadığım o travmayla birlikte, içinde bulunduğum bu dünya karardı. Babam dediğim o kişi, aslında benim gözümde gerçek bir baba figürü değildi. O yüzden ona "o" demeyi tercih ettim. Çünkü onun için "baba" kelimesi, içerdiği anlamı yitirmişti benim için.
Babalar, çocuklarına karşılıksız bir sevgi sunarlar. Oysa benim "o" dediğim kişi, bu sevgiyi benden esirgemişti. Babalar, çocuklarını dış dünyanın tehlikelerinden korurlar. Ancak benim "o" dediğim, beni o tehlikelerin tam ortasına atmıştı. Babalar, çocuklarının ihtiyaçlarını karşılarlar, onların mutluluğu için ellerinden geleni yaparlar. Ama ben, "o" için bir araçtım sadece. Ve ne yazık ki, o yaşta onun için nasıl bir araç olduğumu anlamıştım.
O gün benim için sadece bir gün değil, yaşadığım tüm acıların sembolüydü.
Yengem odama girdiğinde, odayı dolduran karanlıkta bir şeylerin yanlış olduğunu hissedebilirsiniz. Onun keskin bakışları, her bir hareketimi, her bir nefes alışımı değerlendiriyor gibi hissettim. Hızla annemin günlüğünü yorganın altına sakladım, ancak gözlerimdeki paniği gizleyemedim.
Birden ayağa fırladım, içimdeki korkuyu ve tedirginliği bastırmaya çalışarak, "Ne oldu?" diye sordum, ama sesimdeki titreme her şeyi ele veriyordu. Yengem yüzümüze baktı, gözlerindeki öfkeyi görebiliyordum.
"Bu evdeki her şeyi biz sağlıyoruz. Bu ışıklar neden açık?" dedi, sesi sert ve kesindi. Benim için o an, bir avcının avını yakalamaya hazırlandığı andı.
Ağzımdan bir kelime bile çıkmadı. Karşımda, hayatımın belki de en karanlık anında, bir canavar vardı ve o canavarın gözlerinden akan nefreti üzerimde hissediyordum. Yengem sinirle bir şeyler mırıldandı ve eline geçen ilk nesneyi alarak üzerime doğru adım attı.
Bu tür anlarda, annemi arzulamanın acısıyla yanıp tutuşuyordum. O koridorlarda, o karanlık odada beni terk etmişti. Ama yine de onu özlemekten kendimi alıkoyamıyordum. Babam da yoktu yanımda, çünkü o orada olması gereken biri değildi. Amcamın yanında olmalıydı, çünkü onun gücü, bizi bu karanlık dünyadan kurtarabilirdi. Ama o, sessizdi ve beni korumak için bir şey yapmıyordu.
Yengemin elinden aldığım dayakla, içimdeki karanlık duygularla uyuyakaldım.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, evin içinde yankılanan kahkahalarla uyandım. Yengem ve amcam, kahvaltı masasında neşeyle sohbet ediyorlardı. Ancak yengemin gözleri, beni fark ettiği anda kararlı bir ifadeye büründü. Göz göze geldiğimizde, onun sert bakışlarından kaçınmaya çalışarak odanın diğer köşesine odaklandım. Beklentim, beni sofraya davet etmesiydi. Ancak onun sessizliği, beni daha da tedirgin ediyordu.
Amcam, yengemin değişen yüz ifadesini fark ederek, benim bulunduğum tarafa döndü. "Gelsene, niye dikiliyorsun! Bir de davet mi etmemiz gerekiyor?!" diye bağırdı. Sanki sesinin yankısı, o sessizliği daha da derinleştiriyordu. Korkuyla yerime oturdum, ancak masada her zamanki neşe ve sohbet yerine, sadece bir sessizlik hakimdi.
Elindeki yemekleri paylaşırken, bana sadece kurumuş ekmek ve bir bardak çay uzatıldı. Bu, bana olan değerlerinin bir yansımasıydı. Orada, sofrada bir hayvan gibi hissediyordum kendimi. Zaten hayatımın büyük bir kısmında açlıkla mücadele ediyordum, bu da buna bir örnek olarak ekleniyordu.
Kahvaltımdan sonra hızla lavaboya doğru yöneldim. Ancak mutfak kapısından geçerken, yengemin sert sesiyle irkildim. "Acele et, daha temizlik yapacaksın," dedi. Sadece "Tamam" diyebildim, sesim hafifçe titriyordu.
Lavabodan sessiz adımlarla mutfağa girdim. Yengeme, sesimi titreyen bir şekilde,
"Yenge, temizlik malzemeleri bitmiş, başka yok mu?"
diye sordum. O anın ağırlığı üzerimdeydi. Evdeki temizlik hep benim görevimdi. Yengem, gözlerindeki öfkeyle bana döndü.
"Biraz daha dikkatli kullansan bitmezdi. Biz zaten senin bu savurganlığından evin diğer malzemelerini karşılayamıyoruz."
Dediği sözler gerçeği yansıtmıyordu, sadece beni yaralamak için söylüyordu. Gözlerimi kaçırıp başımı önüme eğdim. Yengemin siniri hızla yatıştı ve onun sert bakışları yerini acımasız bir uyarıya bıraktı.
"Bodrumda var. Git ordan getir. Sakın bir yer dağıtayım deme, işte o zaman seni mahvederim."
Yengemin tehditkar sözleriyle hafif bir ürperti hissettim ama yine de bodruma doğru ilerledim. Adımlarımın ritmiyle birlikte evin kapısında bir çınlama duydum. Duraksadım, içimdeki heyecanın hızla yükseldiğini hissediyordum. Belki, belki de o kapının ardında annem vardı. Her kapı çaldığında içimde canlanan umut, annemin yokluğunu kabullenmek istemiyordu.
Yengem hızla kapıya doğru ilerledi ve kapıyı açar açmaz yere serildi. Adeta dondum kaldım, gözlerim kapının önündeki korkunç manzaraya kilitlenmişti. Yengem, kanlar içinde, titreyen bir eliyle kapıya doğru uzanmıştı. Amcam, silah sesini duyar duymaz koşarak kapıya yöneldi, fakat kapıdaki iki karanlık silüet, ona da acımasızca ateş ederek onu yere serdi.
Bir sis bulutu gibi zihnimin içini kaplayan korku, bedenimi hareketsiz bıraktırdı. Ne bağırabiliyor, ne de çığlık atabiliyordum. Adeta donmuş bir heykel gibiydim.
Siyah takım elbiseli iki adam hızla içeri daldı. Yerde zor nefes alan yengemin yanına yaklaşıp sert bir tonla sordular:
"Işık nerede? Hemen söyle, aksi takdirde ikinci kurşun beynine gider."
Yengemin gözleri hafifçe kısılırken, dudakları zorlukla kelimeleri dışarıya bıraktı:
"bo-bo-bodrum"
Bu sözlerin ardından, karanlık adamın gözleriyle buluştuğumda içimde bir fırtına koptu ve tüm korkuma rağmen, derin bir çığlıkla bağırdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ACININ ACI TEBESSÜMÜ : 1
General Fiction"Karanlık gölgeler arasında umudu arayan Umut ve yıldızlar kadar parlak Işık'ın hikayesi, yaşamın karmaşık dokusunda bir arayışın öyküsüdür. Umut, kaderin cilvesiyle korkunç bir olayın gölgesinde yaşarken, Işık onunla kesişen yolları sayesinde yeni...