Le Monde gazetesinin sanat köşesinden bir alıntı: Keder ve kırgınlığın savunmasız çıplaklığı: Oh Sehun ile sanat ve hayat üzerine bir söyleşi (6 sayfa)
Paris'in 18. bölgesinde, Montemarte'da basilikayı gören bir kafede, klasik parizyen dar masalarından birinde karşılıklı oturuyoruz. Üzerinde rahat kıyafetler var; çizgili geniş bir kumaş pantolon ve yeşil ince bir kazak ve sandalyesinden sarkan, ani ekim yağmuruna hazırlıksız yakalanmamak için yanına aldığı koyu kahve bir trençkot. Hepimizin bildiği, ama hiçbirimizin tanımadığı bir kişilik o; bu buluşmadan önce defalarca gördüğüm bir suratı var- manşetlerde, youtube videolarında, hatta sahnede- ama hareket halinde, samimi bir gülüşle karşımda oturduğunda gerçekliğini bir kere daha anlıyorum. Saçları turuncu, dalgalanarak omzuna geliyor, gözleri güneşte yeşil; doğduğu toprakları düşününce varlığı bir anomaliden farksız. Ona bunu söylediğimde, ki ciddiyim tonumda, bana gülüyor.
Oh Sehun, bir günde hayatımıza girmiş ve sanat dünyasını kasıp kavurmuş bir kişilik. En azından böyle düşünülüyordu, söylerken gülüyor, bir süredir - hatta çocukluğumdan beri- ortalardaydım ama gölgelerde kalmayı tercih ediyordum, diyor. Sebebi anlaşılıyordur belki (Kendini işaret ediyor o sırada eliyle, sağdan ikinci parmağında bir yüzük var, güneştaşı.) anomali hani.
Bizi bu kafede karşılıklı kahvelerimizi (ve sigara, kötü bir alışkanlık, diyor -ama stres beni pençesine almış ve asla bırakmayacak eski bir dost-) içmeye getiren yol epey uzun. Daha yeni otuz altıncı yaşını kutlamış olan Oh, her daim spot ışığından ürktüğünü söylüyor bana, "Ya da belki bariz hayatın kendisiydi korktuğum", ve duruşunda fazla yer kaplamak istemeyen ama bu isteğinin bariz oluşumuna zıt olduğunu gösteren bir şey var. Öncelikle onu kutluyorum, kendi yazdığı ve yönettiği son oyunu (basılmış dördüncü işi, kendi dilinde yazdığı Gün Batımı Tiradı, Küçük Kızların Neşesi ve geçen sene sahnelenen Bazı Babalar Hiç Çocuk Olmaz'dan sonra,) orijinal dili Fransızca olan ilk metni La Précarité (Güvencesizlik) tiyatro camiası genelinde, özellikle de Paris sahnesinde büyük beğeni topladı ve iki hafta önce Manteparnasse'da cep bir tiyatroda sahne aldı. Kendisi küçük sahnelerde deneyimlerin daha kişisel olduğuna inanıyor, aynı zamanda oyunda yer alan altı oyuncudan biri olarak da çok büyük sahnelerde oynamanın büyük bir başarı olduğuna inansa da sahnedeyken seyircinin gözünden oyunu bir kere daha izleyebilmenin en büyük deneyim olduğu kanısında.
Paris seyircisinin seçiciliğinden, geçici bir süreliğine de olsa Fransa'da yaşama deneyiminden ve hedeflerinden bahsediyoruz. Bu sohbet süresince içtenlikle gözlerimin içine bakarak konuşuyor, neden 18. bölgede yaşamayı seçtiğinden (elitizm budalalığının bir parçası olmamak ve gerçek Paris deneyimini yaşamak için) burada nasıl karşılandığından (tolere edildiğini düşünüyor, ama onun için yeni ve keyifli bir deneyim, ülkesinde bir ilah olarak görünmeye başlandığını biliyoruz) aday olduğu ödüllerden (fransada çeşitli ödül adaylıkları bekleniyor ama bunun namümkün olduğunu söylüyor, ) konuşuyor, bu sırada da yüzüğüyle oynuyor.
R: O zaman biraz da nasıl başladığınızdan söz edelim istiyorum. Çok fazla ropörtaj veren ya da açıklama yapan bir kişilik değilsiniz. Erken yaşta yazmaya başladığınızı biliyoruz, ilk oyununuz siz yirmi bir yaşındayken yayınlanmıştı. Gün Batımı Tiradı'nın basımına kadar olan hayatınız nasıldı? Sizi onu yazmaya ne itti?
O: Bana siz demenize hiç gerek yok, sahiden. Kendim hakkında sorulan soruları cevaplamayı çok sevmiyorum, işim hakkındaki soruları da cevaplamaktan kaçınıyorum hatta. Bu, ikisinin büyük bir ölçüde birbiriyle iç içe olmasından kaynaklanıyor. Uzun bir zamandır büyük bir buhranla yaşıyordum, hayatımın çok kolay olduğunu söyleyemeyeceğim ve muhtemelen bununla baş edemiyordum, kendimi çok ciddiye alıyordum, anlarsınız ya. Edebiyata ve sahneye istemsizce çekilen bir çocuk olarak yolum kendi kendine oluştu, ama ben ne yaptığımın, yaptığımın tiyatro olduğunun uzun bir süre farkına varamadım. Gün Batımı benim için çok özel, çünkü hayatımın en önemli olayları onun çevresinde gerçekleşti. Biliyorsunuz, aslen mahlas altında basılmış bir oyundu, fazlasıyla kendimden kaçtığım ve böyle yaparak bir şeylerin altından kalkabileceğime inandığım bir dönemde yazdım onu. Mahlas kullanmak en bariz ve en mantıklı çözümdü gözümde. Derdimi bu şekilde daha iyi anlatabileceğime çok inanmıştım. Şu an dönüp bakınca bu yaptığım bana çok uçarı geliyor. Ama, yirmilerinin başında gerçekten bir şeylere direnmeye çalışan bir çocuktum- fazlasıyla dramatiktim yani. Antik Yunan-esque, biraz distopik, oldukça dramatik bir oyun o ve temelinde savunmasızlık var. Saf çaresizlik. Bugün tekrar yazabileceğimi sanmıyorum. Öyle bir şeyi değil en azından. Artık hayatımda çok farklı, çok daha rahat bir noktadayım.
(Gün Batımı Tiradı bugüne kadar yazarın en başarılı oyunu olmayı sürdürüyor, 62 dile çevrildi.)
O: Yazmaya, ya da fikri kafamda oluşturmaya lise yıllarımda başladım. Hayatımda çok çaresiz ve kimsesiz hissettiğim bir zamandı ve de aşıktım. Çok uzun bir süre öyle hissetmeye devam ettim. Sonuncusu bugün bile geçerli. (Elini sallıyor, gülerek.) Bu konuda hiç ropörtaj vermedim, çünkü çoğu zaman bunun bir kendimi acındırma eylemi olduğunu düşündüm. Yani, kardeşi lösemi olan on dokuz yaşında bir yetim tarafındna yazıldı bu, diye pazarlanacak bir şey olsun istemedim. Öyleydi, şimdi mesela siz bunu bilince belki okuduğunuz şey daha çok anlam kazanacak gözünüzde, ama o an hem bu oyun hem de ben gözünüzde bundan ibaret oluruz, diye düşünüyordum. Bu şekilde lanse edilmek, bu kişi olmak istemedim. Evet, bu kişi olmak istemedim, olabildiğince bunu görmemek, büyütmemek istedim kağıt üstünde. Yakın bir zamana dek öyle düşünmeye de devam ettim. Gün Batımı Tiradı'nı yazmak benim için bir yardım çağrısıydı, kaybettiğimi düşündüğüm birine bütün bu kimsesizliğin içinden ulaşmaya çalışıyordum. Olabildiğince grandoise olsun istemiştim, yazarken bir kere olsun durup düşündüğümü hatırlamıyorum. Bu ne anlam ifade ediyor? Hiç bilmiyordum, hiç düşünmedim. O dönemlerde yaptığım tek şey hissetmek, kendimden nefret etmek ve acı çekmekti. Büyük Yirmiler Buhranı. Sadece içimde biriken yası akıtmak istemiştim. Öyle de yaptım, şimdi çok memnunum bundan. (Tekrar gülüyor, duruşu rahat, hatta mutlu.)Ama herçekten içten gelerek icra edilen, samimi olan her metinde vuku bulan bir durum vardır, eğer ki bu metni bitirip basılmasını sağlayabilecek kadar şanslıysanız, bir noktadan sonra bu ürettiğiniz ve içinizden akıttığınız şeyin sizden çıktığını görürsünüz. Gün Batımı Tiradı'nda da bunu yaşadım ben, bugüne kadar yazdığım her işte biraz biraz oldu ama en derin değişimi onunla gördüm; ne zaman o ilk kopyaları elimize aldık ve belirli yerlere yolladık, o an bu hikaye yalnızca benim olmaktan çıktı. Tabii ki de bununla beraber acılar dinmedi, korkunç birkaç sene takip etti bunu, korkunç kayıplar, Küçük Kızların Neşesi'ni yazmama sebep olacak gözlemler ve deneyimler, her insanın yaşadığı standart kırgınlıklar. Terapistimle konuştuğum meseleler bunlar, buhranın dinmediğini bilseniz yeter herhalde. Bir noktada, bundan bir yedi sekiz sene önce kadar, mahlastan kurtulduktan hemen sonra, acaba hiç yazmasa mıydım, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü çok büyüktü, oyun yani, hiç olmayı beklemeyeceğim kadar büyüktü. Güney Kore'de bizim ciddi bir tiyatro sahnemiz yoktu o zamanlar, artık vardı. İnsanlar benden söz ediyorlardı. parker, parker, parker, parker. Ben bu düşüncelerle debelenirken partnerim bana bir şey söylemişti, hayır, demişti, bu hiç olmamış olmayı dilemenle eş değer. Ürettiğim bu oyunun kökünün bende olduğunu hatırlamamı sağladı. O noktada fikrim değişmeye başladı sanırım, biraz daha tutundum üretmeye, biraz daha toparladım kendimi. Yas tutuyordum. Onu da yazdım. Bir noktadan sonra, bu hislerle, insan olmanın kederi ve savunmasızlığıyla, üstlendiğim bu rolün ağırlığıyla yüzleşip barıştıktan sonra... Rahatladım, yerim rartık benim gibi hissettirmeye başladı, yazdım o yüzden, bu da bence Gün Batımı'nı en önemli kılan etmenlerden biri: benim yaratıcı sürecime olan katkısı. Çünkü düşününce aslında çok travmatik bir ilk oyundan bahsediyoruz, hem yazar hem oyuncu hem de okuyucu için, onun takibini biraz daha ılımlı, daha naif, yas tutan ama iyileşmeyi dileyen Küçük Kızların Neşesi ile yapmak, Gün Batımı'nın sembolizmini en çok vurgulayan şey olmuş olabilir. (..)
(Oh Sehun, (36) Güney Kore-Japonya asıllı oyun yazarı, yönetmen ve oyuncu. Dört senedir ressam ve illüstratör Kim Jongin ile evli. Şu an için Paris'te yaşıyor. (Biyografisi->)
Ropörtajın devamını okumak için tıklayınız.
öncelikle merhaba. burayı rahat bırakmadığımı düşünen birileri varsa şimdiden özür diliyorum, 5 seneyi geçmiş olduğunu fark edince kendime engel olamadım. bunu, 3-4 sene önce okumuş, okumaya başlamış olan herkese çok teşekkür etmek istiyorum. özellikle her bölümün sonuna yazdığım ve şimdi dönüp okuduğumda beni yazdığım bu fikten bile feci cringe ataklarına sokan yazar notlarını okuyup tahammül ettiğiniz için. (gbsnin beni cringe ataklarına soktuğunu iddia etmiyorum. belki de ediyorum. o kadar silip durmamın bir sebebi vardı.) bu beş sene vurgusu, hikayeyle beraber hayatımda pek çok şeyi vurguluyor ve de temsil ediyor olduğu için düzgün bir vedadır, teşekkürdür, artık hangisi olmasını istiyorsanız onu gerçekleştirmek istedim. ben yazdığım şeye katlanamazken dahi onu okumak isteyen birilerinin olduğunu görmek ve samimi yorumlarınızı okumak beni çok mutlu etti. hep. çok teşekkür ederim bu yüzden, tatsız bir olayın içindeki en değerli etmen buydu. bu fiki hep biraz fazla ciddiye aldım. ehe. aman, neyse sağolun var olun. okuyanınız olursa öpüyorum, güneşler hiç batmasın umarım <3
ŞİMDİ OKUDUĞUN
gözyaşlarımız bitti mi sandın [sekai]
Fanfickalbimin dolabında şeftalili soda kalmamış, okuduğu dizeler hep bana çıkarmış, bir çatı katında ilk defa öpmüş beni ve öpmeyi düşlediği son adammışım. kalbimi kırmış tanrı ve ben ondan parçalarını toplamasını istemişim, oysa söküp kalbini bana vermi...