0:1

342 34 35
                                    

Minho'dan

Elimdeki fotoğrafa duygusuz bakışlar gönderirken elimi yumruk yaparak fotoğrafı buruşturdum ve masanın üstüne atarak odamdan çıktım. Eskiden tek zaafım olan o aile fotoğrafına karşı artık hiçbir duygum kalmamıştı. Buz tutmuş bir kalbim vardı artık. O buzu hiç kimse eritemezdi, ailem bile. Gerçi, ailem de kalmamıştı. Başımı iki yana sallayıp düşüncelerimden arındım.

Hole bıraktığım sırt çantamı sırtıma aldım ve evden çıkıp ayakkabılarımı giymeye başladım. Çok boktan bir semtin en boktan mahallesinde oturuyordum. yaşadığım bina zemin kat ve birinci kattan oluşuyordu. zemin kat boştu ama birinci katta iki daire vardı. Biri benim yaşadığım, diğeri iste ne olduğu belirsiz; aile demeye bin şahit isteyen üç kişinin oturduğu daireydi. Orada yaşayan kişiler bayağı sorunluydu ve bazen gece onların seslerine uyanıyordum. Her ne kadar istesem de polisi aramamıştım, arayamamıştım.

Binanın dış cephesi sadece sıvadan oluşuyordu, dökülüyordu neredeyse. İçi de şaşırtmayan bir şekilde berbattı. Duvarlar rutubetten gözükmüyor, merdivenlerin tırabzanları bile yoktu. Bu zamanda insanlar çok acımasızdı, devletin bursu ile ancak burayı karşılayabiliyordum. Ha bir de yetim maaşı.

Karşı daireden yine ve yeniden gelen sesleri duyduğumda kulak vermemeye çalışıyordum ama çok zordu. Buraya taşındıklarından beri sürekli eşya kırılma sesleri, acı acı inlemeler ve bazen ise... boş verin. Orada yaşayan üç kişiyi de birkaç kez görmüştüm. Evli olduklarını düşündüğüm bir adam ve kadın, bir de benim sınıfımda olan çocuk. Çocukla hiç konuşmamıştım. Daha doğrusu hiç konuşmayı bile düşünmemiştim çünkü ne zaman görsem ya koşuyor ya da uyuyordu. Sınıf arkadaşıydım ama adını bile bildiğimden şüpheliydim.

Ayakkabımın bağcığını bağlarken karşı evin kapısı açıldı ve içeriden kumral saçlı, sınıfımdaki ama hiç tanışamadığım o çocuk çıktı. Kapıyı çekerek çarptı ve içeriden gelen seslerin arttığını duyduğu gibi koşarak aşağıya indi. Dediğim gibi, onu ne zaman görsem aceleyle yürüyordu veya koşuyordu, bazen ise sendeliyordu. Belki bacaklarında, belinde veya kalçasında bir sorun vardır diye düşünmüştüm.

Ben de sonunda bağcık bağlama işimi bitirip kalktım ve çocuğun peşinden aşağıya indim. Çoktan uzaklaşmıştı bile. Garip bir tipti.

Binadan çıktığımda üstümdeki sweatshirt'ün kollarını avucuma kadar çektim. Bazı izler saklı kalmalıydı yoksa sorgulanırlardı. Fazla merak başa beladır, öyle değil mi?

Her gün giderken lanet ettiğim okuluma yürürken kulaklığımı taktım ve müzik açıp yürümeye devam ettim. Okula gitmemin tek sebebi üniversiteye geçebilmekti. Eğer üniversiteye geçersem bu lanet yerden kurtulabilirdim.

Bu lanet yerden ve bu lanet yerin bıraktığı izlerden kurtulmak istiyordum artık.

Okulun bahçesine girdiğimde kapüşonumu kapattım ve okul binasına doğru kimseye bakmadan hızla yürüdüm. Sınıfa geldiğimde en arkaya köşeye oturdum ve önümdeki çocukların konuşmasını dinlemeye başladım. Zaten çok arkadaşım yoktu.

"Changbin, sana daha kaç kere diyeceğim çocuğu röntgenlemeyi bırak diye?" Konuşan Chan'a baktım ve bakışlarımı yanındaki Changbin'e çevirdim. Chan bizden bir yaş büyüktü çünkü bir yıl geç başlamıştı okula. Sorduğumuzda da ailevi şeyler deyip geçiştirmişti. Biz de üstelememiştik. Hepimizin ağabeyiydi o.

Why Don't You Protect Me? 'minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin