Yağmurdan ortası çatlamış tahta sapın ucunda, toprak kırıntıları yapışmış paslı demirden kepçe ve kepçenin içinde çamurlaşmış bir tutam toprak ne kadar ağır olabilir? İnsanın cansız toprağa vurduğu her kürek darbesi canını ne kadar yakabilir? Annemin cansız bedeninin üzerine attığım yağmur damlalarıyla birleşip vücuduna düşen her toprak tanesi nasıl olur da benim ruhumu gömebilir?
Her şey bittiğinde; mezarın etrafındaki kalabalık tek tek azalırken, yağmurdan sırılsıklam olmuş ayaklarımın tek adım atacak gücü kalmamıştı. Herkes gitmişti, geriye sadece saatlerdir yağan yağmur yüzünden çamurlaşmış toprak ve toprağın üzerinde nefes alan ama yaşamayan ben kalmıştık. Dizlerim ayaklarımı yalnız bırakmayarak toprakla buluştu. Karga ve şimşek seslerinin eşliğinde bomboş mezarlıkta, dizüstü çökmüş ne yapacağımı bilmeden bekliyordum. Uzaklardan giderek yaklaşan, tedirginlik verici ayak sesine bile verecek en ufak tepkim yoktu. Duygularım da annem gibi toprak altındaydı. Ayak sesleri, sol omzuma dokunan bir elle beraber kesildi.
"Evlat, burada böyle oturmanın kimseye faydası yok. Kalk ayağa bize gidelim, yarın tekrardan gelirsin."
Sesin kimden geldiğini görmek için kafamı çevirmek istedim ama başaramadım. Saatlerdir cansız olan mezarlıktaki her şey kafamı çevirmeye çalışmamla beraber hareket etmeye başladı. Ağaçlar, toprak, mezarlar, kuşlar hepsi kendi etrafında dönüyordu. Kendime gelmek için birkaç derin nefes aldım ve başımın dönmesini engellemek için gözlerimi kapattım. Bu, o gün için gözlerimi son kapatışımdı.
*
Soğukta fazla kaldıktan sonra sıcağa kavuşan vücudumun sızlayışı ve rahatsız edici şekilde fazla yanan sarı ışıklı ampulün, göz kapaklarımı aşmaya çalışmasının verdiği acıyla gözlerimi açtım.
"Günaydın evlat. Dün senin için epey zor bir gündü. Kalkmak için acele etme."
Dün mezarlıkta bayılmadan önce duyduğum ama anlayamadığım ses, yüksek lisanstaki hocamın sesiydi. İki eliyle sıkı sıkıya tuttuğu kahve fincanıyla tam karşımda oturuyordu. Orhan Hoca, eşini ve karnındaki çocuğunu doğumda kaybettikten sonra iki sefer intihara kalkışmış ancak şu anki arkeolog eşiyle tanıştıktan sonra hayata tutunabilmişti. Annem bana hamileyken, babamın askerde şehit olması nedeniyle hayat hikayemizi çok yakın bulmuş ve aramızda zamanla baba-oğul ilişkisi oluşmuştu.
Nerede olduğumu anlamaya çalışarak, koltuktan elimle destek alıp doğrulmaya çalıştım. Canım hem manevi hem de fiziken çok fazla yanıyordu ama gözlerimde akıtacak tek damla yaş kalmamıştı. Yaşadığım acı, sesimin boğuk çıkmasına neden oldu.
"Hocam her şey için teşekkür ederim. Ben müsaadenizle gideyim. Şirketteki işlerimi halledip annemin mezarına uğramak istiyorum."
Cümlemin sonuna gelirken sesim artık anlaşılmayacak kadar hırıltılı ve kısık geliyordu. Orhan Hoca elindeki porselen siyah fincanı cam sehpaya bırakıp, mutfağa doğru yöneldi. Mutfağın en üst dolabını açıp, kulplu büyük bir cam bardak alıp çay koydu. O; çay kaşığı için çekmeceyi karıştırırken, karşımdaki koltukta benim için çıkarıldığını düşündüğüm kıyafetlere yavaşça uzandım. O esnada Orhan Hoca elindeki çayla bana doğru yaklaştı ve çayı bana uzattı.
"Bunu sıcak sıcak iç, sonra gidersin. Erhan Bey seni aradı ama uyuyordun, kendisiyle ben konuştum. Şirkete uğramana gerek yok."
Erhan Bey, Orhan Hoca'nın eski öğrencisi olduğundan yaklaşık bir sene önce Orhan Hoca'nın referansıyla işe girmiştim. Erhan Bey, Orhan Hoca'nın bir dediğini iki etmediğinden şirket işlerinin hallolduğundan emindim. Zaten şirket kapısının önünden geçecek kadar bile gücüm yoktu. Mezarlıktaki kadar şiddetli olmasa da karşı koltuktaki kıyafetlere uzanırken başım dönmüştü. Orhan Hoca fincanının kulpundan tutup kahvesinden bir yudum aldıktan sonra devam etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VİRÜS : Y.O.L.
Science Fiction2027 senesinin ortalarında dünyanın her yerinde eşzamanlı olarak kaos çıktı. Bu kaosun sebebi; hayatta kalan insanların ismini çok sonradan öğreneceği " Y.O.L." virüsüydü. Bu virüs dünyaya yıkım ve ölüm getirdi. Virüsten etkilenen insanlar; öldü ve...