4. BÖLÜM

21 2 0
                                    

Abim on sekiz yaşına geldiği gibi ailemizin ona verdiği bütün haklarını reddetmiş ve ülke ülke dolaşmaya başlamıştı. O bütün haklarını reddedip çekip gittikten sonra şirketlerin tek varisi ben olmuştum. Büyükbabam her nedense sadece babama devretmişti şirket haklarını, diğer kardeşlerinin hiçbir şekilde bir hakkı yoktu. Neden ve nasıl böyle bir şey yaptığını hiç anlamadım.

İki veya üç yılda bir beni gizlice ziyarete gelirdi abim. Gizlice diyorum çünkü onun bir anda ortadan kaybolması magazini meraklandırmıştı ve haftalarca dedikodu dergilerinde konuşulup üzerine yüzlerce teori üretilmişti. En sonunda onun hakkında konuşmamızı dahi yasaklamıştı babam. Ona göre yaptığı kabul edilemezdi, düşünmeden hareket edip ailemizin adını tehlikeye atması tam bir düşüncesizlik ve fazla rahat davranmanın getirdiği saygısızlıktı. Avukatlarımız tabii ki de haberleri olabildiğince engellemiş ve en sonunda magazin yeni bir bilgi öğrenemeyince susmuştu, babamın ise öfkesi hiç sönmemişti.

''Ee, hiçbir şey ikram etmeyecek misin? Ne öyle kafa sallıyorsun. Çok kabasın kardeşim.''

Açıkça söylemem gerekirse ikram edecek tek bir yiyeceğim yoktu. Daha doğrusu yiyecek tek lokmam yoktu. Annem zaten her sıkıldığımda yemek yemeyeyim diye az bir miktar yemek gönderiyordu ve kulübeye gizlice soktuğumuz konserveler de bitmek üzereydi.

''Dışarıdan gelen sensin, getirseydin bir şeyler de karşılıklı yeseydik abiciğim.''

Bu kadar rahat olman normal mi? Hani kameralar, hani yasaklar?

Eh, eğer günlerdir yaptığım hareketlerin üzerine kimse gelmediyse bir sorun olmayacağını düşünüyorum. Asıl soru abimin nasıl bu kadar kolay bir şekilde buraya girip hiçbir şey yokmuş gibi davranması. O ki ne zaman buluşacak olsak başım derde girmesin diye gözlerden en uzak yerleri seçerdi, on beş dakikadan fazla görüşmezdik. Şimdi ise yemek yediğim koltukta rahat bir şekilde oturmuş, tam tersi bir çekingenlikle kaçamak bakışlarla etrafı inceliyordu.

Birden ayağa kalktı ve mutfağa doğru yürürken konuşmaya başladı. hareket ettikçe etrafa bir koku yayılıyordu. Kaşlarımı çattım, acı bir şey kokuyordu. ''Birazdan beraber dışarı çıkar yeriz. Sanırım abiciğine dışarıda kahvaltı etmeyi teklif edecek kadar zengin gönüllü değilsin. Sorun yok. Ben ısmarlıyorum.'' Uzaklaştığı için sesini yükseltmişti. İrkildim. Ses tonunun bu kadar gür olduğunu fark etmemiştim.

Elinde meyve tabağıyla geri döndü. Meyve tabağı dediysem öyle dilimlenip süslenmiş bir tabak değildi bu; daha çok yerken yerlere damlamasın diye geniş seçilmiş, içine iki portakal ve bir bıçak koyulmuş bir tabaktı.

Tabağı önüme bıraktı ve gülümsedi. ''Senin için soymak isterdim ama çok yorgunum, uğraşamayacağım. Umarım bıçak kullanmayı biliyorsundur.'' Sözlerini bitirdikten sonra masumane bir şekilde gözlerini kırpıştırdı ve kafasını sağa eğdi. Bu hareketini bile özlemle inceledim ve iç çektim.

Kendimi hiç zorlamadan sahte bir şekilde gülümsedim ve tabağı bir kenara bıraktım. ''Aslında seni köşede yeni açılan küçük ama şirin bir kahvaltıcıya götürmeyi düşünüyordum ama sonra bu bahçeden dışarı çıkamadığımı hatırladım. Üzgünüm, önümüzde özgür olamayacağım uzun yıllar var ve ben de bu yıllar boyunca tutsağım, seninle yemeğe çıkamayacağım abiciğim. Bu arada senin öğün sıralamasından haberin yok sanırım, ilk yemek yenir sonra meyve. Nerede görülmüş koskoca iki portakalın yemekten öne yendiği?''

Sözlerimin yarısında tekrar mutfağa gitmiş ve epey büyük bir çantayla geri dönmüştü. Bir süre çantanın içini karıştırıp kendi kendine söylendikten sonra -acaba beni dinlemiş miydi?- küçük bir krem çıkardı ve çantayı yere attı. Sözlerimin bittiğini duyunca hiç istifini bozmadan kremini sürerken konuşmaya başladı. O koku tekrar etrafa yayıldı. Resmen zehir gibiydi.

Gözyaşı SavaşıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin