when you are young, they assume you know nothing, but i knew you
-
taehyung, batan güneş esmer yüzünün sol tarafına vurup tenini adeta bir altın gibi gösterirken ve bütün güzelliğiyle oturmuş, aldığım çikolatalı pastayı yerken düşünüyordum. biz bu duruma nasıl gelmiştik?
kışın sert soğuğunda dökülen elma ağacı yapraklarının beyaz beyaz çiçeklerinin açmaya başladığı nisan ayıydı. her sabah olduğu gibi önce üstünde tek bir kırışıklık bile olmayan formalarımı giymiş, ağzıma birkaç lokma atıp okul için erkenden evden ayrılmıştım. çok iyi hatırlıyordum, oku çıkışı gidip çalıştığım kütüphane için daha rahat olmayı tercih ettiğim günlerden biriydi. bu yüzden yanıma krem rengi bir kumaş pantalon, sarı, cep kısmında renkli çiçeklerin bulduğunu kolları dirseklerime kadar gelen bir tişört ve ne olur ne olmaz diye üstüme aldığım ceketim vardı.
o gün dersler geçmek bilmemişti.
nedendir bilinmez, sanki hayat bir şekilde onunla karşılaşacağımı anlamış gibi akrep ve yelkovanı sürekli meşgul ediyor, yetişmeleri gereken yere gitmemeleri için ısrar ediyordu.
son ders zili de çalıp artık okuldan ayrılma vaktim geldiğinde büyük bir
bıkkınlıkla sonuna kadar iliklediğim gömleğimin düğmelerini açıp kendimi
dışarıya atmıştım. dedim ya, o gün bir tuhaftı, kütüphaneye gidip kıyafetlerimi değiştirmem ve dağınıklığı toparlamam neredeyse iki saatimi almıştı. iki saatin sonunda ise asla çantamdan eksik etmediğim kayısılı yeşil çayımı demlemiş,
kütüphane otomatından aldığım kremalı bisküvileri yiyordum. içerisi sakindi, neredeyse hava kararmış, tavandan sarkan loş ışıklar içeriye sakin bir havakatmıştı ve bu sakinlik beni öyle mayıştırmıştı ki, yorgunluğum da üstüne
eklenince ısırdığım bisküviyi çiğneyecek halim kalmamıştı birden.sonra bir şey oldu.
hem de bu, öyle sıradan, herkesin yaşayabileceği türden bir şey değildi. adeta, zaman durmuş, cennetten kaçıp gelen en güzel kokulu çiçekler sarmıştı etrafı.
dün, bugün, yarın... hayat, gerçekten de akrep ve yelkovanı durdurmuştu.
baştan aşağı siyah olduğunu hatırlıyorum.
şimdiye kıyasla daha kısa ama gür olan düz saçları, kolları bileklerine kadar
uzanan ve göğsünde kırmızı, ince şeritler olan bir bluz, altında ise şekilli bacaklarını sıkıca saran bir kot pantolon giymişti. onu görür görmez kalbimin tam ortasından mor bir orkide filizlenivermişti. mor orkide, çok nadir bulunan bir çiçekti. ona sahip olduğunuz zaman özel hissedirdiniz çünkü o diğerleri arasında her zaman bir adım öne çıkardı göz alıcı rengiyle. onu yetiştirmek için çok dikkatli olmalıydınız, ilgiyi severdi. narin ve
hassas görüntüsüne rağmen oldukça dayanıklıydı.
benim bulunduğum yerin birkaç metre ilerisindeki masaya oturmadan önce kısık bir merhaba mırıldanıp iki yandan dudaklarını kıvırmıştı. kocaman olmuş gözlerimle onu incelerken ona cevap vermediğimi hatırlamıyordum ama kalbimin ne kadar hızlı attığı daha dün gibi aklımdaydı.
"ne düşünüyorsun?" önündeki dilimden bir lokma daha alıp bana döndü. bal renkli irisleri her üstümde gezindiğinde dizlerimin üstüne çöküp boğazım konuşmaktan kuruyana, ellerim dizlerimi dövmekten nasır tutana kadar tanrıya teşekkürlerimi sunmak istiyordum.
nasıl bir lütuftu bu? tanrım, nasıl layık olmuştum bu kalbimi oradan oraya koşturan hisse?
"seni ilk gördüğüm günü düşünüyorum." çikolatalı pasta sevmezdim ben, sırf o sevdiği için almıştım. önümdeki tabağı kenara çekip biraz daha yaklaştım bedenine. dizlerimiz neredeyse birbirine değecekti ve pötikareli kırmızı piknik