lost in your current like a priceless wine
-
kapısının önünde durduğum eve bakarken mutlu hissetmiyordum.ellerim cebimde, başım dik bir şekilde yaklaşık olarak iki dakikadır yılların izini hiç utanmadan taşıyan, boyası yer yer soyulmuş çelik kapıya bakıyordum. ayaklarımın sürekli olarak geriye gittiği günler geliyordu aklıma, dışarıda ne kadar oyalanabilirsem o kadar iyiydi benim için o zamanlar. cebimdeki iki küçük demir parçası yavaşlatıyordu adımlarımı ve beni hiçbir zaman terk etmeyen mutsuzluğumla, soyulmuş tırnak etlerime baka baka açıyordum bu ağır kapıyı. bu evdeki hiçbir şey, ben dahil, buraya ait hissetmiyordu. kapı açıldıktan sonra göze ilk çarpan solgun duvarlar, köşedeki çirkin askılık, hemen karşısındaki eski ayakkabılık bile buraya ait hissetmiyordu.
uzun zamandır yakınından bile geçmediğin sokağa geleli yaklaşık yarım saat olmuştu. bu evde yaşayan kimseye güvenmiyordum ve bu yüzden de gerçekten evden çıktıklarına emin olmak için evin karşısındaki ağaçlık alana gizlenmiş, ikisinin evden çıktığına emin olduktan sonra yavaş yavaş kapıya doğru yürümüştüm. burası benim evim değildi, hiçbir zaman da olmamıştı ama kendimi sanki hala burada yaşıyormuş gibi hissetmekten alıkoyamadım. sanki birazdan zile basıp içeriye girdiğimde yine o, her şeyden ve özellikle de kendisinden nefret eden yalnız çocuk olacaktım. hayatımdaki bütün renkler griye dönecekti ve ben yine cebimdeki anahtarların ağırlığı yüzünden yorulacaktım.
fakat cebimde bir anahtar yoktu.
bunu tekrardan kendime hatırlatmak ister gibi pantolonumun üstünden cebimi yokladım. birkaç bozuk para dışında hiçbir şey yoktu.
son kez derin bir nefes alıp zile bastım ve bekledim. bana yıllar gibi gelen birkaç saniye sonunda junghoon'un koşarak geldiğini belli eden ayak seslerini duyunca gülümsemeden edemedim. onu seviyordum. belki gerçek kardeşim değildi ama işkenceden farksız geçen günlerime bakınca aklımda kalan tek güzel anılarım onunla olanlardı. bütün bu karamsarlığa rağmen pozitif kalmayı başaran bir çocuktu ve kendini eğlendirmeyi, azla yetinmeyi bildiği gibi bunu benimle de paylaşmaktan çekinmiyordu.
"hyung!" suratında kocaman gülümseyle açtığı çelik kapı bana ilk defa kusacakmışım gibi hissetmedi. gözleri parlıyordu. "kaç saattir seni bekliyorum! hadi, içeriye gel," dedi heyecanla ve ardından iki eliyle kolumu tutup beni içeriye çekti. geldiğim için gerçekten sevinçliydi. hatta o kadar sevinçliydi ki, beni beklemeden parmak ucunda yükselip çantamı aldı ve ardından da üstümdeki ince ceketi çıkarıp askılığa astı. "odama mı gidelim yoksa-"
"junghoon bir dakika," dedim gülümsememi gizlemek için dudaklarımı dişlerken. "sarılmayacak mıyız?" birkaç saniye kafası karışmış bir şekilde suratıma baksa da hemen ardından bu sefer boynuma ulaşmak için parmak ucunda yükseldi ve kollarını sıkıca boynuna doladı. ben de gülümseyerek karşılık verdim. junghoon beni gülümsetmeyi başaran insanlardan biriydi. saftı, aklından hiçbir zaman kötü bir şey geçtiğini düşünmüyordum ve yaramazlık yaptığına da şahit olmamıştım. kendi halinde takılan, başarılı ve yalnız bir çocuktu.
"çok özlemişim hyung." geriye çekilip gülümsemesi yüzünden küçücük kalmış gözleriyle bana baktı. bembeyaz teni normalde olduğu gibi solgun değildi artık, yanaklarına renk gelmişti.
ayakkabılarımı kapının kenarına koyup her köşesini ezbere bildiğim evden içeriye doğru ilerledim. bu eve dair hiçbir şey güzel gelmiyordu gözüme. eşyalar bile, duvara asılan basit saat bile çirkindi sanki. taehyung'la olan evimizi bununla karşılaştırınca bunca sene buraya dayanamamı sağlayan tek şeyin ilaçlarım olduğunu fark ettim. üstelik junghoon ve annesinin yanımıza taşındığı henüz beş sene olmuştu, onun öncesinde babam bile demeye gönlümün el vermediği adamla tek başıma yaşıyordum.