and if im on fire you'll be made of ashes too
-
ocakta pişen çorbayı altı tutmasın diye yavaş yavaş karıştırırken anahtar sesi duymamla birlikte sevinçle yerimde zıpladım ve vakit kaybetmeden ona doğru seslendim.
"hyung! ellerini ve yüzünü yıkamadan sakın yanıma geleyim deme çok kötü yaparım seni!" evet, bana bir şey yapma demesine rağmen yemek yapmıştım.
hatta sadece yemek de değil.
en başta dediği gibi yapıp yatağında birkaç saat yatmış, bilgisayarından birkaç bölüm dizi izlemiştim ama her şeyin de bir sınırı vardı. yattıkça gelen uykum beni rahatsız etmeye başladığında bilgisayarı aldığım yere koyup hemen yataktan fırlamıştım. evi çok dağınık olmasa da vaktinin çoğunu dışarıda geçirdiği için sürekli kapalı tuttuğu pencereleri açıp oturma odasını güzelce havalandırmış, göze çarpan tozlu yerleri nemli bir bezle temizlemiştim. koltuğun üstünde birkaç tişörtü vardı, onları da makineye atıp-aslında pis değillerdi, hepsini bir kere giyip attığına emindim, en son kendimi mutfakta bulmuştum ve evet, şimdi de çorba yapıyordum.
beni defalarca kez araması ve attığı o mesajlardan sonra, tanrım-bana yatağımda yat demişti, içimdeki kelebeklerin beni serseme çevirmemesi bir hayal olurdu sadece. ölecektim, ciddi anlamda. ne olmuştu birden bire? giydiğim kıyafeti makineye atmamı istemeyecek ve sabah sırf benim yanımdan gitmemek için geç kalabileceği ne olmuştu? aklım almıyordu. ben çok aşık bir çocuktum.
bana öl dese bir saniye bile düşünmeden kendimi en güzelinden bir silahla vururdum ama bana öl demiyordu. bana, sana sandviç yaptım diyordu, bana, çok güzel kokuyorsun diyordu, bana... tanrım! bana uykusundayken saçlarımın kıvırcıklığının onu deli ettiğini mırıldanıyordu ve en kötüsü de-aslında en iyisi, ona hediye ettiğim dövmeyi öpüyordu.
"sana yemek yapma demiştim." dudaklarımdan ufak bir çığlık kaçırmama sebep olan şey kurulamadığı için ıslak ve buz gibi olan ellerini giydiğim tişörtün içinden çıplak belime dolamasıydı. "bir şeyler aldım." elleri yetmezmiş gibi bir de çenesini omzuma dayayıp yanağıma çok küçük, belki dikkat kesilmesem fark edemeyeceğim bir öpücük kondurdu. "taehyung! seni öldüreceğim. ödüm koptu."
taehyung beni öpmezdi. yemin ederim, ben bir hamle yapmadıkça beni öpmek gibi bir şey yapmazdı ve belki de ellerini sadece üç defa dolamıştı belime. birlikte uyuduğumuzda sarılırdık ama o hiçbir zaman çenesini omzuma yaslamazdı.
o bunların hiçbirini yapmazdı.
çok isterdim bana dokunsun. o uzun, kemikli parmakları çıplak tenimde dolaşsın, her bir yerimi özenle okşasın çok isterdim. arsızdım ben, kaç kere onun ellerini düşünerek kendime dokunmuştum ki acaba? çok fazlaydı bu. dudaklarını da istiyordum. o iki et parçası, ucunda küçük bir ben olan şekilli burnunun altında duran o kiraz renkli dudaklar beni tam anlamıyla delirtiyordu. onları kanatana kadar öpmek sonra da narin öpücüklerimle iyileştirmek istiyordum, hatta bunu o kadar çok istiyordum ki rüyalarıma giriyordu. ah ne güzel rüyalardı onlar! sıcacık elleri ve en az bir o kadar da sıcacık olan dudakları benim cehennemimdi ama cenneti yaşatıyordu.
"ne dedin sen? taehyung mu dedin?"
"hiçbir şey demedim ben."
"jungkook," mırıldanması kulağıma doldu. tanrı şahit, sırtıma yaslı olan göğsü, belime dolanmış parmakları olmasaydı şuracıkta düşerdim dizlerimin üstüne. "bir daha söylesene adımı."
"hyung çekil git arkamdan," diye mırıldandım ayağımı kaldırıp dizine tekme atmaya çalışırken. çünkü gitmezsen kendime hakim olamayacağım.