i could've spent forever with your hands in my pockets
-
acıdan üstüne bile basamadığım ayağımı dizimin arkasında tutarken alnımı kapıya yaslamış, bir elimle de sanki bir faydası olacakmış gibi hızla kapıya vuruyordum.tanrım, ben bunları hak edecek ne günah işlemiştim ki?
işten çıkıp eve gelmeme yarım saat falan kalmıştı ve ben her zaman olduğu gibi, kim taehyung'un bu kutlama yemeği fikrine öyle heyecanlanmıştım ki, hemen işim bitsin de koca bir kutu dondurmayla kendimi aşkımın kolları arasına atayım diye deliriyordum. o heyecanla hızlı hızlı işlerimi yaptım, alışmıştım sonuçta. o koca kütüphanede her kitabın yeri ezberimde, başkanı benmişim gibi her şey elimin altındaydı. biri kitabını okumayı bitirdikten sonra geri teslim etmişti ve onun yeri biraz yüksekte olduğu için, haliyle merdiven kullanmam gerekiyordu, onu en sona bırakıp bütün işlerimi hallettim. zaman geçtikte kulaklarıma varan dudaklarım yüzünden insanlar benim aklımı kaçırdığımı düşünüp tuhaf bakışlar eşliğinde iyi akşamlar diliyordu. çok iyi bir akşam olacaktı tabii ki!
David Copperfield, Charles Dickens, 17-A.
basamağı tırmanırken aklımda bir an önce buradan gitmek vardı ve rafa sıkıca tutunuyordum. çünkü üst raflarda işim olduğu zaman ekstra dikkatli olmam gerektiğini farkındaydım, oradan düşüp bir yerlerimi yaralamam çok mümkün bir şeydi. kitabı diğer kitapların arasına sıkıştırmaya çalıştım. bu kitap-bu kitap biraz kalındı ve başka insanların yeri olmayan kitapları buraya koyması yüzünden girmiyordu işte. yapacak tek işim buydu, bunu koyduktan sonra anahtarı sejin hyung'a teslim edecek ve gidecektim. sinirle dudaklarımdan küçük bir küfür kaçtığı an oldu ne olduysa. dengem şaştı, mermer zemini boyladım. yemin ederim ilk başta hiçbir şey hissetmemiştim, kitabı yerine koyabilmenin heyecanıyla hemen ayağa fırlamıştım ve tam o an sol bileğinden yayılıp bütün ayağımı kaplayan sıcaklığı hissettim.
bu hissi biliyordum. hayır, kırılmamıştı ya da herhangi bir açık yara olamazdı. küçük bir burkulma hiç değildi. günlerce üstüne basamayacak, şiştiği ve morardığı için elimi süremeyecek ve canımın tatlığı yüzünden durmadan sızlanacağım kadar büyük bir burkulmaydı bu. bunun bilincinde olmama rağmen hiç umursamadan eşyalarımı toplayıp ayrıldım oradan. otobüs bekledim, yer olmadığı için ayakta gitmek zorunda kaldım, eve en yakın marketin orada inip söz verdiğim gibi bir kutu çikolatalı donurma alıp topallaya topallaya bir beş dakika daha yürüdüm.
işte şimdi bu haldeydim.
"hoş geldin! jungkook?"
"hoş buldum aşkım. çekil çekil!" yanağına hızlı bir öpücük kondurup elimdekileri resmen yere fırlattım içeriye girer girmez. sonrasında da ellerimi yıkamayı bile unutarak tek ayağımın üstünde kendimi koltuğa atmıştım. taehyung kapıyı sertçe kapatıp peşimden geldi. "jungkook ne oldu? iyi misin?"
meraklı ve endişeleri bakışları benimkilere değdiğinde gerçekten kalbimin acıdığını hissettim. elleri ellerimdeydi, buz kesmişti üstelik. "hyung..." böyleydim işte. canım yanarken, hastayken ya da üzgünken biri bana bu şekilde yaklaştığında daha kötü hissediyordum. "bileğim burkuldu."
ona da anlattım olanları. çok sinirlendi. nasıl bana haber vermezsin jungkook, bir de markete mi gittin jungkook, ne? asansöre binmeden o ayakla merdivenleri mi tırmandın jungkook...
aslında o bana kızarken aklımdan geçen tek şey onu öpmekti. çünkü, tanrı aşkına, altındaki siyah kot ve yine aynı renkteki tişörtüyle, kollarını açıkta bırakan, o kadar seksi duruyordu ki!
onun da yardımıyla üstümü değiştirip gerçekten özenip hazırladığı yemek masasına geçtik. çok açtım. iki koca kase pirincin yanına koyduğu kızarmış tavuklar, ortadaki sebzeler ve içmediğimi bile bile her seferinde iki tane koyduğu kadehin yanındaki şaraba bakarken karnımdan yükselen zil seslerini duydum adeta. "ellerine sağlık hyung. afiyetle yiyeceğim!"