Kaya Yaman ile yüzleşmek istemediğimden eve gelir gelmez kendimi odama kapattım. Okul üniformalarımı çıkarıp üzerime büyük beden bir kazak geçirdim ve penceremin önündeki ağaçta konuşlanmış baykuşun dinginlik veren ötüşünü dinlemeye koyuldum.
Açıkçası şu anda bir iPod'a hayır demezdim. Müzik ruhun gıdası olduğu kadar şifasıydı da. Sırtımı soğuk duvara yaslayıp dizlerimi tamamen göğsüme yasladım ve kollarımı etrafıma dolayıp mümkün olabildiğince ufaldım. Kafamı geri atıp duvarda dinlendirirken hafif esen akşam melteminin saçlarımı, tenimi ve ruhumu okşamasına izin verdim.Uzun bir gün olmuştu. Acaba günler hiç daha kısa hissettirecek miydi?
Sıkıntıyla iç geçirip başımı diğer yana çevirip yosun tutmuş eski akvaryumu izlemeye koyuldum. Tıpkı benim gibi o da buraya terk edilmişti ve içi artık bomboştu.
Her yapayalnız hissettiğimde olduğu gibi bu sefer de parmaklarım içgüdüsel olarak yarı sonsuzluk işaretinin sarktığı bilekliğime uzandı. Parmaklarımı metalin pürüzsüz soğukluğu yerine tenim selamladığında ansızın içimi kaplayan panik duygusunun tesirinde bakışlarımı indirdim.
Kız kardeşimin hediye ettiği yarım sonsuzluk işareti artık orada yoktu. Ondan kalan son şeyi de kaybetmiştim...
Gözlerimi sımsıkı kapatıp onu en son takıyor olduğum yeri hatırlamaya çalıştım. Jüpiter, Düşüş'ün hikayesini anlatırken hala bileğimde olduğunu biliyordum. O halde geriye sadece iki seçenek kalıyordu. Birincisi Kasırga'da babamdan saklanmaya çalışırken düşürmüş olmamdı. İkincisini ise... onu sonsuza kadar kaybettiğimi düşünmek bile istemiyordum.
Bacaklarıma dar paça bir kot pantolon geçirip pencerenin sürgüsünü kaldırdım ve kahverengi baykuşun huzurunu bozmama sebep olacak hızla meşe ağacına atladım. Kıyafetlerimin ince dallara takılmamasına özen gösterirken kendimi daldan dala sallandırarak aşağı indim.
Saat neredeyse gece yarısıydı ve şanslıysam mekan kapanmadan önce yetişebilirdim. Rüzgar Gülü'nde otobüsler seyrek geçiyordu. O yüzden tabanları yağlayıp koşmaya başladım.
Neredeyse on kilometre boyunca koştum.
Dört yıldır düzenli olarak yoga yapıyor olmamın, uzun yıllar önce değiştirdiğim vegan beslenme biçimimin ve sabah koşularımın bedensel sağlığıma kattığı avantaj sayesinde ortalama bir atlet kadar hızlı hareket edebiliyordum.
Kasırga'nın harabeleri önünde bir başıma dikilirken kan ter içindeydim. Harabenin ışıkları yanmıyordu. Ya kapatmışlardı ya da kapatmak üzerelerdi. Yine de emin adımlarla kapıya doğru yürüdüm.
Tokmağının soğuk demiri avucumu yaladı. Onu yavaşça döndürüp içeri kaçamak bir bakış attım. Mumlardan sadece birkaçı yandığından mekana loş bir ışık hakimdi. Adım seslerim boşlukta yankılanırken Ateş'i ilk gördüğüm noktaya doğru seyirttim.
İç bölüme geçmeden önce başka bir ahşap kapının önüne geldiğimde yükselen bağırış seslerini net duyabiliyordum. Aklı başında biri gibi arkamı dönüp uzaklaşmam gerekirdi. Ama Tuvana'nın armağanını geride bırakamazdım. Özellikle de son zamanlarımda o bileklik en büyük teselli kaynağım haline gelmişken.
Yükselen merakıma engel olamayarak bir tutam saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım ve daha iyi duyabilmek için sessizce ilerlerken gıcırdayan döşemelerin bana ihanet etmemesini umdum.
"Nakliye bu gece üç sularında Akvaryum koyu limanında gerçekleşecek. Sakın görev yerlerinize geç kalayım demeyin. Bu işi kıvıramazsak, hepimiz bittik demektir. Anladınız mı?" Karan'ın soğuk ve ürpertici sesini hemen tanımıştım. Konuştuğu kişilerden karşılık gelmemiş olacak ki, "Anladınız mı dedim!?" diye bağırdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PORSELEN KALP
Teen FictionKimsenin bilmediği bir sırrım var. Sesli söylemeye cesaret edemediğim, ağzımı her açtığımda kelimelerle boğuluyormuş gibi hissettiğim... Omzumda taşıyamayacak kadar ağır, fakat gerçekle yüzleşemeyeceğim kadar da hafif. Kendimden bile sakındığım bir...