🥀Nilüfer-Esmer Günler
Zeki Müren-Veda Busesi
Müzeyyen Senar-Dalgalandım da Duruldum***
***
"Anthonio di Benedetto!"
Ümit elindeki sahte nüfus cüzdanını sallarken gülümsüyordu. Doğruldum. "Halletmişsiniz?" diyerek elinde salladığı nüfus cüzdanını aldım. Anthonio di Benedetto. Artık tamamen annemin toprağından, annemin soyundan biri gibi...
"Fotoğraf işinden sonra oyalanmadık, hallettik hemen." diyerek oturduğum koltuğun boşluğuna kendini bıraktı. Küllüğe doğru kısa bir bakış attı. "Sekiz izmarit!" diyerek abartılı bir ıslık çaldı. "Dertli pire seni,"
Nüfus cüzdanından başımı kaldırıp kafasına vurdum. "Yine ulaşamadım ona." dedim nüfus cüzdanını Ümit'in getirdiği ikinci el kahverengi ceketin cebine koyarak. Elime fotoğrafı değdi. Çıkardım. Günyüzü Vesikalığı. Yangından kaçarken gömleğimin göğüs cebinde kalmış. Ümit kanımla kirlenen gömleğimi atarken bulmuş, saklamış. Bana geri verdiğinde sanki yeniden doğdum. Üzerindeki kırmızılığa rağmen Zümrüt'ün gülüşü parlak bir şekilde duruyordu. Parmak uçlarıyla dokundum gülümseyişine.
"Üzülme be abi, mektup yazarsın."
Derin bir nefes aldım. Cevapsız kalan aramaları konuşmak, kötü düşünmek istemiyordum. "Bu gece mi çıkıyoruz?" diye sordum. Kafasını salladı Ümit. Bu gece istikamet İtalya'ydı, dede evi. Dedem... Hâlâ soğuk muydu acaba bana karşı? Olsun. Oturur anlatırım yaşananları. Mecbur kaldım derim. Kaç yaşında adam, güzellikle anlatırsam anlar beni. O anlamasa bile küçük dayım Carlo mutlaka anlar beni.
"Baka baka eskiteceksin fotoğrafı," dedi Ümit. Fotoğrafa baktığımın farkında bile değildim. Geri cebime koydum.
Hasanlar geldi sonra. Yanındaki diğer iki adamın adını da öğrendim. Biri Orhan. Ankara Üniversitesi'nde hukuk son sınıf öğrencisi. Tabii 12 Eylül'den önce. Şaşırtıcı derecede onca işkenceden, falakadan, elektrikli şoklardan sağ kalıp cezaevine yerleştirilenlerden Orhan. "İstanbul'da eziyet daha hafif. Ankara'da kadın erkek demeden kendi kanında ölüyor insanlar." demişti geçen akşam sohbet arasında.
Şehirlerin eziyetlere göre iyi veya kötü olarak ayrıldığı yıllar. İnsanların fikirleri yüzünden öldürüldüğü, işkence gördüğü, hayatlarının zindanlara prangalandığı yıllar. Orhan'ın tek suçu yasaklı kitaplar okumak ve birkaç eylemde işçilerin haklarını savunmak. İşçi çocuğu çünkü kendisi. Aslen Sivaslılar, babası tarlalarda ve inşaatlarda ırgatlık yapıyor küçük amcasıyla, kazandığının yarısı oğluna okutmaya gidiyor. Fakat yevmiyeleri verilmiyor, babasının nasırlı elleri ve ayakları hak ettiği o parayı alamıyor, patronla papaz oluyorlar. Annesinin üzerinde başında yok, evde tek tas çorba kaynar ama artık o da yok. Bir şey yapmak gerek, diye yola çıkıyor Orhan. Bir şey yapmak gerek diye yola çıkan yüzlerce gençten yalnızca biri o. 12 Eylül'e kalmadan işçi sendikalarında, eylemlerde boy gösteriyor hak ve adalet için. Aklında sadece babası, amcası ve anası var. Bu böyle ne kadar sürüp gidecek? 12 Eylül zamanı bir anda ensesine çöküyorlar. Ankara'daki öğrenci evine baskın düzenliyorlar, komünist yazı bulduk diyerek ders kitaplarını delil olarak sayıyorlar. Orhan o günden beri hiç anne babasını görememiş. Onu Ankara'dan İstanbul'a sürdükleri vakit çok yalvarmış, direnmiş gitmemek için ama nafile. Yine de İstanbul'da rahat ettiğini söyler durur.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRMIZI GÜLLER ÇABUK SOLAR
Ficção Adolescente"Ve unutma Zümrüt; tüm çiçekler yavaş yavaş, kırmızı güller çabuk solar." *** 1980 yılının Mayıs ayında, Dilektaşı Mahallesi'ndeki aylardır boş olan daireye genç bir adam taşındı. Tek başınaydı, bir karısı veya çocukları yoktu. Kimseyle konuşmazdı...