-𝐈𝐈𝐈-

28 6 6
                                    

 En sonunda o adamın evine varmıştık. Eve vardığımızda vakti değerlendirmek için önceden hazırladığım eşyaları bir çırpıda alıp hızla araçtan inip evin etrafına baktım. Ev beklediğimden küçüktü, şehir merkezine çok yakındı. Ama merkeze yakın olmasına rağmen evin etrafı ormandaymışçasına ağaçlarla kaplıydı. Arka bahçesi ormana gidiyor gibiydi. Zaten de arka bahçesi küçük ormanlık görünümünden sonra sarı kurumuş görünümlü otlarla kaplı bir tarla ile devam ediyordu. Adamın varlıklı olması mantıklı gelmemişti, karakola geldiği kıyafet o kadar pis ve eski görünüyordu ki buranın sahibi olduğuna inanmak aklımdan bile geçmedi ilk başta. Ancak bunları düşünmenin sırası değildi şu an. Eve girmeden önce bahçeyi inceledim. Bahçe çok bakımsızdı. Bahçıvan bile yoktu. Sandığım ve bildiğim kadarıyla direkt olarak evde çalışan yoktu. Bu yüzden biraz afallamış hissetsem de evin büyük geniş kapısına ilerledim. Kapının oymaları vardı, ustaca oyulmuşlardı. Bunu anlamak için ekstra çaba gerekmiyordu. Kapının oymalarında elimi biraz gezdirdikten sonra kapıyı iki elimle ittim. Gücümü birkaç saniye için sorgulasam da bunu unutmama yol açan genişlikteki girişe baktım. Dıştan küçük gözüken bu evde kocaman bir giriş ve girişi karşılayan bir heykel vardı. Heykele yaklaştım birkaç dakika için inceledim. Girinti ve çıkıntılarına dokundum. Olabildiğince dikkatli bir şekilde bakarken heykelin eline sıkıştırılmış bir kağıt fark ettim. Kağıdı çektiğimde yere birkaç kitap düştü, beklemediğim bir hareketlilik olduğundan irkilerek arkamı döndüm. 

-O da neydi? 

 Düşen kitaplara baktım ve aldığım kağıdı cebime attım. Kitapları almak için ilerledim. Kitapların yanına vardığımda eğildim ve kitaplardan birin elime alıp kapağını sildim. Oldukça tozluydu, ve de yıpranmıştı. Kapağı dildiğimde belirginleşen pentagram'a baktım. Ayin kitabıydı. Her dizi veya filmdeki zenginlerde olan o kitaplardan biriydi işte, gereksiz bir saçmalıktı.

 Kitabın aralarını karıştırdım. Ne de olsa en ince damarından başlayıp bile olsa bu davayı çözecektim. Çok fazla ipucu lazımdı. Buna inanıyordum. Bu kitabı iyice inceledikten sonra diğer kitaba davrandım. Davrandığım sırada biri bana çağırdı. 

-Komiserim! Yakınlarda bir kuyu var. İçinden garip kokular yayıldığı rivayet ediliyormuş. Oraya bakmalı mıyız?

 Elimde kitabı tutarken serçe parmağımla gözümün altını kaşıdım. Kaşıdığım yer alerji olmuş olmalıydı ki kaşıdıkça kaşınıyordu. Ben de daha fazla kötüleşmemesi için kaşımayı bırakıp elimdeki kitaba bakarken ekip üyesine cevap verdim. 

-Kuyu ne kadar uzak? Eğer bu arazinin dışındaysa ekibi ikiye bölün. Arazinin içindeyse üç kişiyi bakmaya gönderin. Geri kalanınız eve gelip buraları inceleyecek.

 Ekip üyesi dediklerimi ikiletmeden çıktı. Ben de etrafı incelemeye devam ediyordum. Bir tahminim bana ipuçlarının bodrum veya kiler tarzı bir yerde çıkacağını söylüyordu. Her ne kadar tahminlerim kuvvetli olsa da işi tehlikeye atmamak için her yeri arayacaktım. Yapmam Gerekiyordu. 

  Eve geldiğimden beri 4 saat geçmişti. Giriş katını bakmayı bitirmiştik. Birkaç not, mektup ve şüpheli gördüğüm birkaç eşya ile bir katın araması bitmişti. Var yok 3-5 mektup vardı. Mektup sayısı az bile olsa uzun yazılmışlar gibiydi. farklı kişilerden gönderilmişti. Mektuplara el bile sürülmemişti nerdeyse. Şahsen, ben olsaydım bütün mektupları meraktan açardım. Yani, neden öyle ortada kalsınlar ki? Burada bulduğum şeyleri aldım. Evi ve çevresine giriş ve çıkışları kontrol etmesi  için karakoldan izin alarak ekip yerleştirilmesi emrini verdim. Emri verdikten sonra bahçeyi biraz daha bakıp tekrar geldiğim ekiple karakola geri döndüm. Nedensiz bir şekilde yorulmuş bedenim karakoldaki yerime geçtiğimde hiç ağrımadığı gibi ağrımaya başladı. Ege burada değildi, eve gitmiş olmalıydı. Çekmecesini kurcaladım ve ağrı kesici buldum. Başka iş arkadaşlarımla konuşmak yerine Ege'yle konuşuyordum. Aramız iyiydi.

  İnsanlarla konuşmayı tercih eden biri değildim. Bu yüzden çok da arkadaşım yoktu. Sadece iş gereği şüphelilerle konuşuyordum. İnsanlardan iğreniyordum. Hepsinden değil belki ama bir çoğu çok iğrençti. İnsanları rahatsız edip hayatlarını bozmak için yaşayan şerefsiz insanlar vardı. Ellerini kollarını sallayarak dolaşıyorlardı. Yönetimi bu yüzden sevmiyordum. Masumları tutuklayıp suçluları sokaklara salabiliyorlardı. Bu konuya nereden geldiğimi unutarak Ege'nin çekmecesinden aldığım ağrı kesiciyi içtim ve bilgisayarıma baktım. Bilgisayarımdaki rastgele açılan dosyalar ve ana ekranın dağınıklığı çok boğuk bir görüntüye yol açsa da düzenlemeye uğraşamayacağım için kafama takmadım. Onun yerine Derin'in dediğine göre "imkansız dava" için uğraşmaya devam ettim. İmkansızlığı tartışılır bir konuydu tabi, yine de ben çözecektim bu davayı. Çözmeliydim. Bu davayla yeni ilgilenmeye başlamıştım. Lakin sorsanız yıllardır uğraşıyormuşum gibiydi. Yeni çalışmaya başlamış olsam bile elimde bir çok şey vardı. Bu biraz rahatsız etti beni. Çünkü her şey iyi gidince bir yerde tıkanırsın. Birkaç saat karakolda dava ve diğer işlerle uğraşmakla geçti. Daha sonra cidden yorgun olduğumu hissedip ekip şefinden izin alıp eve gittim. Eve gittiğimde soğuk bir duş alıp üstümü giyindiğim gibi kendimi yatağa bıraktım. Belirsiz ruh halimle.

.

.

.

 Çok şerefsizce bir şey yaptığımın farkındayım... Durmadan bölüm atacağım dedim ama atmadım. Olur öyle. Çok takmayın. Normalde 500 kelimeyle kesiyordum telafi olarak 700 kelimede kestim bölümü :]...

DavaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin