1. Bölüm

167 10 101
                                    

Nerede olduğumuzu veya kim olduğumuzu bilemediğimiz çok zaman olmuştur hayatta. Ben hiçbir zaman öyle olmadım. Her zaman basit bir insandım, kendim ya da hayat hakkında çok fazla düşünmezdim. Zaten her şeyin fazlası zarar derlerdi ya, düşünmenin de öyleydi bence. Düşündükçe düşünür işin içinden çıkamaz gereksiz boğardın kendini. Benim içinse hiçbir zaman böyle olmamıştı, değiştiremeyeceğim şeyleri düşünmeyi sevmez hayatın bana getirdikleriyle yetinirdim. Tuna ise zaten beynimi böyle şeylerle dolduramayacak kadar aptal ve boş bir insan olduğumu söyleyerek beni aşalayacağı bu fırsatı da kaçırmamış olurdu. Ama bazen... bazı geceler bunu düşünmeden duramıyordum. Yaptığım seçimler... Tam tersini yapsam nasıl bir hayat yaşayacağım gerçeği beynimi ele geçiriyordu. Özellikle Barış'ın partide gördüğüm gevşek arkadaşıyla her Tuna'ların dairesinin önünde karşılaştığım her seferinde bu düşünceleri durduramıyordum. Ve Barış... Onu gördüğüm en son yer benimle vedalaştığı kütüphaneydi. Ve varlığı gibi, onunla alakalı çoğu şey hayatımdan uzaklaşıyordu sanki. Sesini hayal mayal hatırlıyordum, ona ağız dolusu beddualar ettiğim zamanlarda bana attığı gülüşünü de unutmuştum, kokusu zaten ilk unuttuğum şey olmuştu. Topuklu ayakkabı kırık diye çöpe gitmişti. Ondan tek kalan bana gönderdiği kutunun içindeki allı pullu elbise ve yağmurda üşümeyeyim diye zorla giydirdiği gri hırkasıydı. Bir de ara sıra gördüğüm, bakışlarından benden en az Tuna kadar hoşlanmadığına emin olduğum arkadaşı... Mert

O pazartesi sınavdan sonraki ilk haftaydı. Üzerimden buldozerle yük kaldırmışlar gibi hissediyordum, kuş kadar hafiftim. Aylarca hayal ettiğim günler gelmiş ve en azından birkaç hafta daha rahattım. O yüzden çocuklarla bir plan yapmış ve erkenden buluşup deli gibi eğlenmeye karar vermiştik. İzmir'i karış karış gezecektik sözde. Tabii ben yine kendi kendimi yataktan kazımak suretiyle kaldırmış olduğum için sinirliydim ve bu sinirimi de bu sefer beni uyandırmak için arama görevini üstlenen Oğuz'a kalmıştı. Telefonu kulağıma dayamış bir yandan Sinan'ın doğum günüm için özenle seçtiği çorapları giyerken bir yandan Oğuz'a sövüyordum.

"Ne var sabah sabah be? Hepiniz arıyorsunuz! Cinayet mi işledik kardeşim nedir bu? Hem sabah daha saat on bir! İlla öldüreyim mi istiyorsun seni Oğuz? Kahvaltıyı bensiz de yapabilirsiniz. Ali bensiz yemek yiyemiyor herhalde! Geliyorum dedim Oğuz." Ayakkabılarımı giyerken Tuna'nın sesini duydum. Bu da demek oluyordu ki sabah sabah azarlanacaktım.

"Cipsle mi motive etmeyi düşünüyorsun beni?" dedi Tuna, küçümseyici bir tonla. Benden önce üzerinde stresini atacağı kişiyi bulmuştu demek. Bugün torpilliydim sanırım. 

"Kalbimi kırıyorsun ama Kızıl, insan bari ne güzel düşünmüşsün der teşekkür ederdi, nezaket sıfır, otur." Bu Mertti, her zamanki gibi.

"O iki gram aklınla düşünebildiğin şey insanları bir paket cipsle motive etmek mi cidden? Seni gerçekten hafife alıyormuşum, göründüğünden daha da salaksın sen." 

Sözlüden yırtmış bir öğrenci misali mutlu bir şekilde merdivenleri inerken ikisi de bana döndü. 

"Günaydın!" dedim neşeyle ancak karşılaştığım şey yüzü ekşiyen iki aptaldı. Müttefikimden çok düşmanım vardı resmen, savaş meydanında gibiydim.

"Zeka bakımından eşit olduğun arkadaş da geldiğine göre..." dedi Tuna bir bana, bir Mert'e 'sizinle aynı ortamda bulunmak müebbet cezasına eş' der gibi baktı. Mert sinirle Tuna'ya döndüğünde yutkundum. Başlasın bakalım Yaprak Ayvaz'ı yerden yere vurma seansı.

"Yani kusura bakma ama Kızıl, bu kadarını da kabul edemem. Yani evet aptal olabiliyorum bazen hatta konu senken dünyanın en aptal insanına dönüşüyorum ama aşkımdan yani. Beni gözünün önündekini bile göremeyecek bu kızla karşılaştırman büyük bir hakaret. Duygularım bu sefer gerçekten incindi. Gönlümü almak için en az otuz saniye beni aşağılamaman gerek." dediğinde Tuna düz bir biçimde yüzüne baktı Mert'in ve hemen ardından "Aptalsın." dedi. "Git artık, bugün sana daha fazla katlanamayacağım, kotamı doldurdum." Mert oflayarak başını salladı.

"Mesaj atabilir miyim? Ya da arayayım mı sesini özlüyorum." Tuna gözlerini devirirken görmezden geldiğim gerçek bir kez daha yüzüme çarptı. Mert, Barış'a çok benziyordu. 

"Git hadi." dedi Tuna sorusunu görmezden gelerek. Mert başını salladı ardından bana döndü.

"Barış İzmir'e geldi dün gece. Birkaç gün kalacak. Haberin olsun." Bunu neden bana söylediğini anlamamıştım ama başımı salladım. Sanırım bu bir dikkatli ol uyarısıydı. O giderken ben de ardından aşağı inip Alilere gittim. Barış'ın dönüşü ise güzel bir kahvaltı ve çetenin aptallıkları arasında unutulup gitmişti.

Saat akşam on buçuğa doğru gelirken Ali kucağında sarhoş Gökhan'ı taşıyor, Oğuz ise Gökhan'ı deli edecek şeyler söyleyip duruyordu. Sinan ise zorunlu amcalık görevinden dolayı aramızdan erken ayrılmak zorunda kalmıştı. Yeğeni doğduğundan beri tüm odağı oydu neredeyse ve Gökhan onu "Kalbini kırdığın kızların ahı yeğeninden çıkacak, dua et de senin de kızın olmasın." diye korkutuyordu. Hatta bu yüzden tüm takıldığı kızlardan helallik bile istemişti Sinan. Çoğunlukla aldığı yanağında patlayan koca bir tokat olsa da, Sinandı bu pek uğraşmadan pes etti. 

"Gökhan sen burada ağlarken Merve yeni sevgilisinin kollarında kanka yani-" 

"Sussana gevşek!" Ali, Oğuz'a vurduğunda kendime engel olamadan güldüm. Gökhan ise daha da ağlamaya başladı. 

"Onun o hassas yerlerine yeni doğan bebeklerin doğum günü mumlarını diksinler inşallah!"  dedi ağlamaklı bir sesle. Aptaldı. 

Yol ayrımına geldiğimizde onlardan ayrıldım ve evin yolunu tuttum. Kapının önüne geldiğimde kaldırımda oturup odama bakan Barış'ı görünce kendimi garip hissettim. Bir yıldan fazladır görmediğim yüzünü görmek kendimi yine o kütüphanede ona sarılı bir şekilde kalmış gibi hissetmeme sebep olmuştu. 

"Sırık Oğlan, ne işin var burada?" Ona seslendiğimi fark ettiğinde bakışlarını camdan çekti ve bana baktı. Karanlıkta gözlerinin rengi siyah gibiydi sanki. 

"Yaprak?" dedi şaşkınca. "Ben seni evde sanıyordum." Yanına oturup başımı iki yana salladım. 

"Değildim ama sabah arkadaşının imalı biçimde geldiğini söylemesi üzerine seni burada görneyi beklemiyordum ben de." Kaşları çatıldı hafifçe kimden bahsettiğimi anlamaya çalışıyordu sanırım. 

"Mert." dedim. 

Başını iki yana salladı onaylamaz bir biçimde. "Aptal çocuk." 

"Ee?" dedim. "Seni ne rüzgar attı buraya? Bir daha dönmezsin sanıyordum." 

"Aile yemeği, bir de arkadaşlarımı özlemiştim ondan. İzmir'e ara ara gelip gittim zaten sen görmedin sadece beni." Ben hiç gelmedi sanıyorken uğruyor olması garip gelmişti. O zaman Mert yine bugünkü gibi uyarı yapmaz mıydı?

"Peki burada ne işin var?" dedim elimle sokağı işaret ederken. "Bir yıl sonra, ne iş?" 

"Rahatsız mı ettim seni?" dedi huzursuz bir sesle. "Görünmeden gitmeyi planlıyordum aslında ama..." 

"Hayır, ondan demedim." dedim. "Sadece ben hayatımın dördüncü sezonundayım da sen de ikinci sezondan çıkıp gelmiş bir karakter gibisin. Garip geldi sadece."

"Özledim seni rüyalar kızı." dedi. "Özledim, görmek istedim. Niyetim rahatsız etmek değildi."

"Etmedin zaten." dedim. Bana taktığı lakaplarla seslenmesi tuhaf  hissettirmişti. 

"Güzel," dedi ayaklanırken. "En azından varlığımdan rahatsız olmayan birileri var." Telefonu çaldığında ayaklandı. Benimse kaşlarım istemsizce çatılmıştı. Kim Barış'ın varlığından rahatsız olacaktı ki?

"Neyse, görüşürüz Yaprak, benim gitmem gerek." dedi ve cevap vermemi beklemeden telefonu açıp kulağına götürdü. Yanımdan ayrılmadan önce telefondaki kişiye; "Geliyorum Kalbim, on dakika oradayım." dediğini duydum.

Kalbim? O da kimdi? Sevgilisi falan mı vardı?  Sevgilisi ise neden buraya gelmişti? Albümü falan mı vermek istemişti? Ama elinde bir şey de yoktu?

Barış Ozansoy hayatıma ilk girdiği zamanki gibi ardında bir sürü soru bırakıp gitmişti.

Burayı o kadar özlemişim ki inanamazsınız!!!

Not: Size aşığım💙

Fedakar AvcıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin