30

1K 119 81
                                    

kapıdan içeri girdiklerinde suguru'nun eli, sanki yaratılış amacı orada bulunmakmış gibi satoru'nun ensesini buldu. aynı hızla dudaklarının kavuşmasına ramak kalmışken kendini geriye çekti satoru. bir pusulanın kuzeyi işaret eden ibresi gibi satoru'nun gözleri de hep sevdiğinin dudaklarını gösteriyor olsa da bir şekilde kendini geri tutmayı başarmıştı ki bu suguru'nun suratında anlamsız, şaşkın bir ifade oluşmasına sebep oldu. ne zaman istese kendine gelmesine alışmış gibiydi sevdiğinin.

"kurallar koyuyoruz," içeri ilerlerken konuşmaya başladı. "ilk kural-"

"dövüş kulübünden kimseye bahsetmek yok."

"kes tatavayı. dokunmak yok."

"hiç mi yok?" suguru, şimdi satoru'nun önüne geçmiş, soluğunu adeta yüzüne üflüyordu.

"hiç yok." tekrar uzaklaştı satoru.

"sarılmak da mı yok?"

"gerekli durumlarda sadece." dediği gibi suguru'nun kendine dolanan kollarını hissetti satoru. onun hâlâ dalga geçtiğini düşünen adam neredeyse sinirle onu ittirecekti ki gözlerini sıkı sıkı yummuş adamın çehresindeki hüznü gördü. kolları ondan bağımsız bir şekilde sardı sevdiği adamı, elleri saçlarını keşfe çıktı. ilgiye ihtiyacı olan bir sokak hayvanı gibi vahşi ve korunmaya muhtaç görünüyordu. şansını fazla zorlamak istemeyen suguru, bundan nefret etse de uzaklaştı.

"ben de bir kural koyuyorum o zaman," dedi suguru, satoru'nun kaşları bunun üzerine havaya kalkmıştı. "eve kimseyi getiremezsin."

"peki."

"çok çabuk oldu." suguru'nun sesinden şaşkınlık okunuyordu. satoru'nun gözleri ise gizlemeye çalıştığın kartları görüyorum ve artırıyorum der gibi, meydan okurcasına bakıyordu uzun saçlı adamın gözlerine. doğru, içinden geçeni bir şekilde anlayabiliyordu karşısındaki adam. bu yüzden korkudan tir tir titremişti suguru, içindeki çirkinliği sevdiği adama göstermek istememişti. bu yüzden kaçmıştı.

"sonuçta takıldığım insanları eski sevgilimin olduğu eve getirmem saçma olurdu." satoru'nun hakkıydı bu, dilinin kemiği hiçbir zaman olmasa da içindeki zehri canından çok sevdiği sevgilisinden sakınmıştı, terk edildiği güne dek. o günün ardından fütursuzca saçtığı o zehir, suguru'ya boğulmak üzereyken bulduğu oksijen gibi gelmişti. sevdiğinin en pis, en çirkin sözleri bile kendi içindekilerden güzel geliyordu kulağına. evet, hak etmişti böyle üzerine gelmesini.

"peki."

zamanda geriye gitseydiniz, alfred nobel'i bulsaydınız ve ona üzerinde çalıştığı dinamitin insanlığın yıkım gücünü artıracağını ve ömrü boyunca bundan pişmanlık duyacağını söyleseydiniz yüksek ihtimalle geçmişi değiştiremezdiniz. sokağa bir kap mama koysaydınız, tüm sokak hayvanlarını karşınıza alıp mamanın zehirli olduğunu anlatsaydınız ve evinize girseydiniz ertesi gün kapınızın önünde ölü hayvanlar bulurdunuz. ve suguru geto'yu alsaydınız, hayatının aşkı ile aynı eve koysaydınız ancak ondan uzak durması gerektiğini söyleseydiniz...

eh, yarının gelişi dünden bellidir derler.

düşüncelere dalmış suguru'nun yüzü satoru'nun yoğun bakışları tarafından işgal edilmişti. kavga etmedikleri veya sevişmedikleri zamanlarda ne yaparlardı? ikisi de bunu unutmuş gibi gözüküyordu. uzayan sessizlik, verilen kararların tutarsızlığını su üstüne çıkmasını sağlamaya başlarken doğruyu yanlıştan ayırt edemeyen iki âşık gerçeği tüm benlikleriyle reddetmek istiyor, belki de uzun zamandır ilk defa buldukları umut hissine sıkı sıkıya sarılıyorlardı. belki de yaptıklarının çölde serap görmekten farkı yoktu, belki sonlarını getireceklerdi. ancak bir harabeyi en fazla ne kadar yıkabilirdiniz ki?

nihilist | satosuguHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin