Hayatı boyayan kalemler - 3

17.5K 1.7K 236
                                    

Helikopter hazırlanana dek beklemem için, yapay adayı tepeden gören, dört bir yanı camla çevrili, zevkle döşenmiş, sıcak bir odaya getirdiler beni. Önüme bıraktıkları bir kase çorba ve bir bardak suya dokunmak yerine, gözlerimin önüne serilen okyanusun sonsuzluğunu izliyordum. Evimin, tek yuvamın bana bu kadar yabancı görünüyor olması büyük haksızlıktı. Kafamı masaya yaslayıp, gözlerimi bardaktaki suya diktim. Bütün irademi zorlayarak odaklandığımda, bardaktaki su, beni oldukça şaşırtarak birkaç milim kıpırdadı.

Sağ...Sol...Sağ...Sol...Suyu hareket ettirmek gittikçe kolaylaşıyordu. Çalışırsam, eğer kendimi yeterince zorlarsam, toprak ruhunun kapladığı ve derinlere gizlediği su ruhumu yeniden elde edebilirdim. Uzanıp, bardağı parmaklarımın arasına aldığım sırada, kopan gök gürültüsüyle birlikte suyu masaya döktüm. Su, ağır ağır ilerleyerek dizlerime aktı. Üzerimdeki sarı yağmurluktan hala kurtulamamıştım, bu yüzden bir önemi yoktu. Önemli olan, on ikiye tam yarım saat kala, yaklaşan fırtınanın sinyal vermesiydi.

Okyanus yavaş yavaş kabarıyor, sabah vakitlerinden beri hissettiğim fırtına, kopmak üzere bekliyordu. Aradan on beş dakika geçtikten sonra, platform bariyerlerine doğru koşuşturan insanlar gördüm. Devasa dalgalarda ıslanan onlarca insan, platformun etrafındaki metal surları yukarı çekmeye gayret ediyordu. Çoğu sırılsıklam ve perişan haldeydi. Bunun beni üzmüyor olması garipti. İçimde en ufak bir duygu kıpırtısı yoktu; belki de kalbimi okyanusa bırakıp gelmiştim buraya.

Odanın kapısı aniden açıldığında, korkudan sıçrayarak arkamı döndüm ve sırılsıklam, ıslak saçlarının üzerine beyaz bir havlu atmış adamı gördüm. Oydu. Beni gördüğüne şaşırmıştı ve ben de onu gördüğüme şaşırmıştım. Ne yapacağımızı bilemediğimiz üç saniyelik bir zaman dilimi geçti. Çıkmak üzereydi ama sonra vazgeçerek içeri girdi ve kapıyı kapattı. Saçlarını kurulayarak, odanın ortasındaki şöminenin yanına gitti. Saçlarındaki suları dağıtarak, başını hızlıca salladı.

"Bana öyle bakma." dedi, ilgisizce. "Beni etkilemek için, bundan daha fazlası gerekir."

Cevap vermeden, önüme döndüm ve tabaktaki pişmiş mantarlardan birini ağzıma attım. Bu da bir ilkti. Su perileri olarak, yeme içme ihtiyacı duymazdık.

Ayak sesleri yaklaştı ve masanın tam yanında durdu. Masaya dayanmış bir halde, saçlarını kuruluyordu. Başımı kaldırıp yüzüne bakmıyordum. Umduğum ifadeyi bulamamıştım çünkü. Etkilenmiş, öfkelenmiş ya da hayal kırıklığına uğramış değildi.

"Yerlilerden misin?" Başımı çevirdiğimde, yüzünde merak benzeri bir duygu okuduysam da emin olamadım. Başımı evet anlamında salladım. Bir bakıma yerli sayılırdım.

"Hava düzeldiğinde, yaşadığın adaya bırakırlar." dedi. "Bir ya da iki gün, bahse girerim, fırtınanın ne zaman dineceğini biliyorsun."

"Yarın öğlen saatlerinde." dedim, sakince. Dalgın bir şekilde okyanusa bakıyor, bir yandan da çataldaki mantarı ısırıyordum.

Güldüğünü duydum. "Tabii." dedi, kısaca. Masadan ayrıldığını ve kapıya ilerlediğini duydum. Ani bir dürtüyle ayağa kalkıp, arkasından seslendim.

"Gitmek istemiyorum."

"Ne?" Geri dönüp, bana baktı.

"Adalara gitmek istemiyorum." Adalara gitmem demek, Mariana'dan hatırı sayılır derecede uzaklaşmam demekti. Bunu kaldıramazdım, en azından şimdilik.

Cevap vermeden, devam etmemi ister gibi baktığında, çekinerek, "Burada kalmak istiyorum." diye ekledim.

Hayalimdeki sahne bu değildi. Hata yapmaktan korkan, çekinen ve özür diler gibi konuşan o olmalıydı. Her şey nasıl bu kadar çabuk yön değiştirebilmişti?

Su CinleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin