selamm biraz özlettim biliyorum... finallerim başladığı için okuldan hiç fırsat bulamadım. üstelik bu bölümü yazmak epey zaman alıcıydı, malum +5000 kelime. evet, +5000 KELİME...
baştan uyarıyorum ileri düzey cinsellik içerir, hani boşuna da uyarmıyorum eğer hoşunuza gitmiyorsa okumayın bir zahmet. smutın başladığı yeri belirteceğim, sonrasını atlayıp diğer bölüme geçebilirsiniz.××××××××
yorgunluktan dolayı düz yürüyemiyordu san, böyle gecesine çöküp onu sersemleten şey geç saatlere kadar zor şartlar altında çalıştığı işi mi yoksa susmak bilmeyen karmaşa dolu düşünceleri miydi, muamma.
evine girer girmez elindeki pizza kutusunu mutfağa bıraktı. ardından odasına yönelirken elini kravatına doladı ve çekerek çıkardı, attı salondaki koltuğun üzerine. zaten yarısı açık olan düğmelerinin tamamını açıp iki yakasını ayırdı birbirinden. yatağına sırt üstü uzandı, gözleri kapanırsa düşüncelerinin yarattığı gürültü biraz olsun diner sanıyordu lakin o karanlığa hapsolduğunda sesin kesilmemesinin yanı sıra gözünün önünde canlanmıştı uzaklaşmaya çalıştığı anılar. "bana nefret dolu gözlerle bakma." derken ağlamaklı çıkan sesten kaçamıyordu zihni. tam en derinlerinde saatlerce kaç kez tekrarlanmıştı üzerinde akıl almaz bir etki bırakan bu cümle, saymayı bırakmıştı.
gözlerini aralayıp kafasını yana çevirdi, yatağının yanındaki komodinin üzerinde duran küçük kırmızı arabaya bakındı bir süre. kalbinden yayılan sıcaklık emir verircesine istekle doldu onu eline alması için, böylece kavuştu parmakları oyuncağa. diğer elini açıp yol yapmış, avcunda bir ileri bir geri gezdirmeye başlamıştı wooyoung'un oyuncak arabasını, wooyoung'u düşünürken.
"asıl nefret ettiğim şey, böyle olmamız." dedi, birlikte geçirdikleri güzel anıları anımsarken. bu anlar çok nadirdi, belki de nadir olduğundan bu kadar özeldi ve derinden vuruyordu.
ikisi de birbirine dışarıdan bakıldığında görülemeyecek kadar içine gömülmüş mecazi kanlarla kaplı yaralarını göstermişti. rafa kaldırdıklarından neredeyse tozlanmış acı dolu hikayelerini anlatmışlardı, hatta wooyoung'un geçmişinin odasına girmişti san. öfke denen duygunun aralarına girmesine izin vermedikleri tek geceydi. bilakis öyle ki, az kalsın uydurdukları yalana kendileri de kanacaklardı gözlerinde gördükleri yüklü anlamlara. yakınlaşmışlardı, wooyoung'un küçüklüğünden beri yanından hiç ayırmadığı oyuncağı san'a hediye edeceği kadar... işte san'ın yatağının bitişiğindeki komodinde durup odasını süsleyen ufacık arabaya yüklediği anlamın büyüklüğü buradan geliyordu.
güzel anılar kayboldu aniden ve aklının kıyılarına vurdu duruşmada yaşananlar. gözleri sımsıkı kapanmış, elleri yumruk halini alarak oyuncağı sıkıştırmıştı avcunda.
"senden nefret etmezsem, kendimden nefret edeceğim küçük prens."wooyoung bilmiyordu lakin aslında san da küçükken en sevdiği şeyi hediye etmişti wooyoung'a. her gün başa sara sara sıkılmadan okuduğu "küçük prens" kitabının adını... çok kitap okumuştu bu yaşına kadar pek âlâ, belki çok daha güzellerini... lakin hiçbiri çocukluğundaki küçük prens'in tadı verememişti işte.
oyuncağı yerine geri bıraktıktan sonra çekmecesini açtı ve kitabı çıkarıp sayfalarda göz gezdirdi. uzun zaman sonra tekrar okudu altını çizdiği cümleleri.
"her gün aynı saatte gelsen daha iyi olur. mesela öğlen saat dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım."
cümle biter bitmez duyuldu evin içini dolduran zilin sesi, san'ın bakışları çevrildi kapıya. zaten ezberinde olan sözü, kitabı kapatırken mırıldanarak tamamladı.
"ancak sen herhangi bir saatte gelirsen yüreğimi hangi saate hazırlayacağımı bilemem."