beyaz bol kumaş pantolonunu giyinmiş, üstüne yalnızca oversize belden bağlamalı beyaz ceketini geçirmiş san aynadan bakındı kendine, açıkta bıraktığı karın kaslarına. zilin çalmasıyla giyinme odasının ışığını kapattı ve tüm evi karanlığa gömdükten sonra durdu kapının önünde. açmadan önce fazlasıyla yoğun şiddeti olan duygularını bastırmak adına bi' süre bekledi, zira onlar için bu akşam saatlerinde yeni başlıyordu gün. birbirlerine söz verdikleri üzere öyle oynamalılardı ki aşıkları, kendileri bile kanmalıydı bu role.
wooyoung'un arkası dönük, bacakları omuz hizasında aralık, elleri omuzlarının üstünde duruyordu ve baş parmağı hariç tüm parmakları içe katlı şekilde işaret ediyordu giydiği tişörtün arkasını. bu san'ın kız kardeşinin "abime o kadar aşıksın ki bunu seve seve giyineceğini biliyorum" diyerek verdiği, üstünde san'ın fotoğrafının baskısı olan tişörttü, yakacağını ya da çöpe atacağını söylediği... kafasını yana çevirip omzunun üstünden baktı gerisine, savcıya.
"nasıl, yeterince aşık gözüküyor muyum?"dudaklarındaki alaycı gülüşü, karşısında tüm asilliğiyle duran san'ın üzerinde gözlerinin gezinmesiyle birlikte silindi. tek omzu eşiğinde durduğu kapıya yaslı, diğer eli cebindeydi ve wooyoung'un bu yaptığına yandan sırıtıyordu. saçları geriye taranmıştı fakat kabarık ve hafif dağınık gözüküyordu.
"ihtişamlığının karşında böyle durmam saygısızlık oldu." dedi wooyoung, yavaşça ona dönerken tişörtü üzerinden çıkarıp altındaki asıl kıyafetini ortaya sererek.
yüksek bel beyaz pantolonun üzerinde beyaz kalın bel kemeri vardı, alt alta dört düğmeli. pantolonun içine sıkıştırmıştı yalnızca göbek deliğinin bir tık üstüne kadar iliklediği, beyaz, uçuş uçuş olan gömleğini. boynuna doladığı tül fuları rüzgarın alıp götürmesiyle tek omzuna süzülüp duruyordu. san'ın aksine hafif makyajını yapmış, perçemlerini iki yana ayırıp yüzünde bırakmıştı. güzeldi, san'ın kapılıp giderken farkında olmadan kalbinin hızına yetişememesiyle gülüşünü kaybettirecek kadar. henüz dudaklarına değmeyen dudakların hapsettiği isteğin avuçlarını terleten sıcaklığını taa içinde hissedecek kadar.
"neden karanlıkta duruyorsun?" dışarının beyazlığını terk edip içerinin siyahlığına girerken o tatlı meraklı ses tonuyla mırıldandı wooyoung.
kafasını salona çevirdiğinde fark etmişti, sinema ekranı kadar büyük televizyonun karşısındaki koltuğun değişerek yerini odanın romantik havasını yansıtacak renkte, daha geniş ve lüks bir koltuğun aldığını; önüne masa çekildiğini, masanın üstündeki lezzetini kokusundan bile tadabileceği güzel yemekleri ve atıştırmalıkları, etrafa hafif loş ışık yansıtan ateşin çıktığı dekoratif siyah şamdanları, yere boylu boyunca serilmiş mumları...
wooyoung için karşılaştığı bu sürpriz hiç beklenmedik şekilde vurmuştu kalbine ve şimdi yüreğini uyuşturuyor, aklını karıştırıp karıncalandırıyordu. koyu renkleri barındırıyordu gözbebeği lakin etrafa bakınırken kıskandırırdı parlaklığı tüm yıldızları nicedir. neredeyse her zaman sinirli yanını gördüğü adamın romantik ilgisini üzerinde hissetmek, kalbindeki sıcaklığın aynası olacak şekilde içten gülümsetmişti.
san'a yönelen yavaş adımlarının sonunda parmak uçlarının üzerinde yükseldi ve hiç düşünmeden kollarını sardı boynuna. onun kolları da dolandı wooyoung'un beline. ilk sarılmalarıydı, hatta belki de birbirlerine saf hislerle dokundukları ilk andı; bundan sebepti kalplerinin çağlayan bir ırmağa dönüşmesi. duygularının içlerindeki kayadan kayaya çarpıp sesler çıkarması, köpürerek coşkun bir biçimde akması...
aslına bakılırsa bir gün boyunca buna benzer çok şey yaşayacaklardı ve wooyoung kendini hiç hazırlamamıştı olacaklara.
san ise o bir günün sonrasına.