Krem rengi montun üstüne zorla geçirebildiği çantasını çekiştire çekiştire Chan'ın tarif ettiği kafeteryaya ilerliyordu uzun saçlı oğlan. Kampüse çok uzak değildi, caddenin hemen karşısındaki minimal dizayn edilmiş bir kafeteryaydı.
Minho çantasını sıkıca tutarak yaya geçidini geçmeye başladı. Bir yandan da -kırmızı yanmasına rağmen- duran arabaları kontrol ediyordu, güvende olduğunu hissetmesi gerekirdi. Kaldırıma yaklaştığı anda gözleri cam tarafında bir masaya oturmuş Chan'ı buldu. Anında yüzünde bir gülümseme oluştu ve daha fazla bekletmemek için hızla sıcak dükkanın içine adımladı.
"Günaydın, çok beklettim mi?" diye sordu çantasını kahverengi, deri koltuklara koymak için boynundan geçirdikten hemen sonra. Chan onu fark etmediği için hareketlenmesiyle gözlerini daldığı yerden çekti ve "Hoş geldin, beklemekten zarar gelmez." deyip gamzelerini suna suna güldü. Bu gülüş Minho'nun da gülmesine sebep oldu.
Chan hakkında en güzel şey de buydu, onun gülüşü karşısında kim olursa olsun güldürebiliyordu.
Önce koltuğa oturup ellerini sürterek ısıtmış hızlı hareketlerinin ardından montunu çıkartırken "Güneş varken hava nasıl soğuk olabiliyor abi?" diye söylenmişti. Chan ise sadece Minho'nun hareketlerini izliyor, söylenişine sabırla kulak veriyor ve garsonun gelmesini bekliyordu.
Çok geçmeden kısa saçlarını arkadan zorla bağladığı belli olan garson geldi ve bir soğuk bir de sıcak americano siparişi verdiler."Hava soğuk diyorsun ama kahveni soğuk söyledin." dedi Chan. Minho uğraştığı saçlarından -zorla o tarafa çevirdiği- gözlerini ayırdı ve Chan'a göz devirdi. "Ice americanonun sıcakla alakası yok Chan, bu bir kültür." diyerek en bilmiş tonunda konuştu. Chan'ı gıcık etmeyi veya ona ters davranmayı seviyordu.
"Ah, pekala küçük adam. Bugün çocuklar ne derse o." dedi Chan, etkiye tepki mekanizması hızla çalıştı. Normalde Minho'yu büyük görmeye alışmıştı, onun kendisinden de olgun olduğunu düşünüyordu.
"Öyle mi Channie? Söyleseydin sıcak isterdim." dedi yumuşak sesiyle iri gözlü. Sonra ikili uzun uzun birbirlerine baktılar ve kahkaha atmaya başladılar. Minho, gülüşlerinin arasında dudaklarını zorla ayırıp "Lisede gibiyiz." diyen Chan'a bakarken kafeteryada az kişi olduğuna şükretti.
Chan'ın hatırlatmasının hemen ardından Minho'nun aklına büyüğünün aylarca onun peşinde koşuşu geldi birden. Chan gamzelerini göstere göstere gülerken duraksaması ve biraz onu izlemesi tam da bu yüzdendi. Çok iyi hatırlıyordu; Avustralyalı bir çocuk vardı, kendinden 1 yaş büyük, onu sıkıştıran yine de güven veren çocuk. Saçları hep karışıktı, hareketleri hep acele ve sabırlı olduğu kadar hırslı bir çocuk.
Chan, Minho'nun düşünceli yüzünü görür görmez duraksadı. Biliyordu, Minho geçmişi sevse de sevmese de unutamıyordu. Hatrına geleni görür gibi oldu. Minho'ya babacan bir gülüş sundu.
Kahveler geldikten sonra ikili sessizliklerinden ödün vermedi. Chan, uzun saçlı olanın birkaç dakika boyunca camdan dışarıyı izleyişini seyretti. Daha sonra Minho "Bugün yağmur yağacak galiba." diyerek masada elleri arasına hapsettiği karton bardağına çevirdi gözlerini.
"Jisung'un bugün dersi yok muydu?" diye sordu büyük olan. Daha fazla uzatmak istemiyordu, hemen öğrenmeliydi aklındakilwri. Minho gözlerini tereddütle kaldırdı, Chan'ın bilmese okuyamayacağı sahte bir yüz ifadesiyle "Kaydı mı ne varmış." diye umursamaz olduğunu düşündüğü bir cümle attı ortaya.
Chan kesik bir nefes verdi. "Ne zamandır sevgilisiniz Minho?" diye sordu oğlanın beklemediği bir anda. Kahve saçlı kirpiklerini yanaklarına değdire değdire peşpeşe birkaç kez kırptı, sonra yutkundu ve "Sen ne zamandır biliyorsan, o zamandır." diye konuştu. Sigara içtikleri gün Chan'ın bildiğini anlamıştı zaten.