0.3

4 1 0
                                    

Gözleri bir okyanusu saklıyordu içinde, dalgaların kıyıya vurduklarında çıkardıkları sesleri, küçük çocukların kahkahalarıyla dolan bir yazı, küçük bir kumsalı, gökyüzünü ama gözünde tek bir mavilik yoktu.

Gözleri bir ormanı andırıyordu bana, kuşların ötüşü, ormanın ortasından geçen nehiri, o nehirden gelen su sesini, farklı türde hayvanların yaptığı inanılmaz yuvaları, ağaçların rüzgâr estikçe sallanan zarif yapraklarını, huzurlu bir akşamüstünü, bir kamp ateşinden çıkan tarif edilemez o sesi lakin gözlerinde ufak bir kahverengi bile yoktu.

O nasıl mıydı? Bilmiyordum, etkileyiciydi ama bir o kadar da korkutucuydu.

Gözleri karanlığın en derin yerlerini hatırlatırdı, içerisinden bir şey çıkacak diye giremediğiniz karanlık koridorları, gece yarısı dışarıda gezerken yanlışlıkla girdiğiniz o tenha yolları, fobinizin sizi bulmasını, kendi gerçekliğinizde fazlasıyla kaybolup toplumun gerçekliğini unutmanızı ama gözünde ufak bir koyu renk bile yoktu hâlbuki.

O kahverenginin içinden çıkan yırtıcılar vardı, tek dertleri öldürmek olan. O toprak insanları içine gömmek istiyordu canlı bir şekilde, vahşice.

O maviliklerin içinde yaşan yırtıcılar vardı, tek dertleri öldürmek olan. O size öve öve anlattığım su kimsesiz bir masum çocuğu bilerek boğmak istiyordu zevk çıksın diye kendince, vahşice.

Kütüphaneye giriş yapmıştık ama o beni tanımıyormuş gibi girmiş ve benden uzak bir yere oturmuştu. Eline aldığı kitabı gerçekten okumadığını biliyordum. Bilinmeyen bir kadının mektubu kitabı gerçekten okusaydı eğer tepkileri değişip dururdu. O kitap etkileyiciydi, okumuştum. Okumuyordu oyalanıyor ve kafasındaki düşüncelerle boğuşuyordu. Popüler kültürün biricik gözbebeği olan bir kitap onun ilgisini çekmezdi, eskiden kalma aşırı nadir bulunan kitaplar ile ilgilenen bir adam için o kitap oldukça ondan uzaktı. Kütüphaneye girene kadar bunları konuşmuştuk, şuan yaptığı saçmalıktı. Dışarıda arkadaşı içeri de yabancı biri olmak aşırı saçmaydı.

Eğer bir oyun oynayacaksa buna bende dahildim. O beni tanımamazlıktan gelirse ben onun ismini bile hatırlamayacaktım.

Ona bakmayı kesip çantamdan çıkardığım test kitaplarını önüme koydum. Biyoloji test kitabımı alıp kaldığım yeri açtım ve çözmeye başladım. Sayısalcıydım ve biyoloji en sevdiğim ders olabilirdi.

🌼

Aralıksız çözdüğüm sorulara o kadar dalmıştım ki kütüphane de 2 saatti aşkın bir şekilde durduğumu yeni fark ediyordum. Kafamı gömdüğüm kitaptan kaldırdığımda sırtımda yoğun bakışlar hissediyordum.

Kafamı arkama çevirdiğimde kimsenin olmadığını gördüm. Garipti, birinin beni izlediğine kesinlikle emindim. Etrafta hala insanlar vardı ama ilk geldiğim zamanki gibi değildi. Sakinlemişti etraf insanlar kalabalık oluşturmuyordu, o gitmişti.

Eşyalarımı toplayıp gitmek için hazırlandım. Kapıya doğru yürürken birinin seslenmesiyle durdum.

"Hey, bekle." Bana mı diyordu? Saçmalama Kardelen niye sana seslensinler.

"Sana diyorum sağır mısın?" Yanıma nefes nefese kalmış bir şekilde gelen kişiyi tanımıyordum. Bu kimdi? Neyin nesiydi? Nereden çıkmıştı?

"Kimsiniz ve neden bana sesleniyorsunuz?" Sorgulayıcı bakışlarını görür görmez elindeki kolyeyi bana doğru uzattı.

"Kolyem!" Sevinç ve şaşkınlık içinde adama bakıyordum. İki gün önce kaybettiğim kolyemi görmek çok güzeldi. Kaybolmamıştı.

"Kolyenizi iki gün önce düşürdünüz, ben buraya her gün gelirim o gün de tesadüfen bu ana şahitlik ettim. Siz fark edip alırsınız diye bekledim ama almayınca ben alıp geldiğinizde size veririm diye düşündüm. Sapık gibi bir izlenim bıraktıysam özür dilerim." Şaşkınlıkla önümdeki afete bakıyordum. O kadar mutluydum ki sevinçten ağlamak istiyordum.

Bu kolyeyi bana annem almıştı, içinde aile fotoğrafımız vardı.

"Yok öyle bir izlenim bırakmadınız aksine size çok minnettarım, benim için çok değerli bir kolye bu ve bunu kaybettiğimi sanmıştım." Bana doğru uzattığı kolyeyi elinden alıp fotoğraf kısmını kalbime yasladım. Siyah kolyelerdendi, ısıyı görünce fotoğraf gün yüzüne çıkıyordu.

Annem ve babam o fotoğrafta iki meleğe benziyorlardı. Birbirine zor iki melek, zıtlıklar bir uyum gibiydi.

Tekrar teşekkür edip kolyeyi taktım ve oradan ayrıldım. Eve gitmek için sabırsızlanıyordum. Annem acaba hangi yemeği yapmıştı, babam acaba bugün neler yaşamıştı. Onları seviyordum, bana değer veriyorlardı. Onların yanında huzuru buluyordum.

Annem geceleri banyoya gidip ağlıyordu,
Babam uyuduğumu anladığında evden çıkıp gidiyordu,
Annem bazen banyoda uyuya kalıyordu ve sabah kalktığında göz altları belirgin ve mor oluyordu.

Ben ailemizi ayakta tutan şeydim, ben herşeydim.

Bu düşüncelerimin arasında dolaşırken çoktan dolmuşa binmiş kulaklığımı takmıştım. Erken eve döndüğüm için şalıracaklardı belki, bilemiyordum.

Yollar bitmek bilmedi, şarkım tekrarlayıp durdu ve şu sözleri söyledi;

"Bir bilsen ne hallerdeyim,
Öldüm de gömülmelerdeyim.
Depremsiz başıma yıkıldı, evim.

Bak taksi kapıda bekliyor,
Kitledi ayağım gitmiyor,
Al kalbim neyine yetmiyor?"

Kafamın içinde çalan şarkı artık başımı ağrıtıyordu, çok saçmaydı, aşırı saçmaydı. İçimdeki kötü his gitmek bilmiyordu ama ortada bir şey yoktu.

Durağa geldiğimde heyecanla indim, indiğim gibi evden bir kadın çığlık sesi geldi ve bir de silah. Bir tane daha. Bir tane daha. Üç kurşun, hayatım bu üç kurşunla son buluyordu. Elimdeki kitaplar, kulağımdaki kulaklık, sırtımdaki çantam, telefonum hiçbirini umursamadan yere attım. Koşmak bile yavaş geliyordu annemin çığlığı kulaklarımda çalıyordu. Herşey sanki ağır çekime alınmıştı, bir adım atmak için bin bir türlü çaba sarf ediyordum.

Eve girdiğimde annem kanlar içinde yerde yatıyordu, babam ise...

🌼
*10 yıl sonra*

Annem ve babamın mezarının başındaydım. Bir çukur kazıyordum. İkisinin mezarının ortası boştu, oraya bir çukur kazdım. İçine montumu koydum, içine yattım.

Yıllar sonra ortalarında yatıyordum ama burası hiç rahat değildi.

"Kalkın, anne kalk babam çok pişman. Baba kalk çok pişmanım. Kalkın evimize gidelim, orayı başkaları aldı. Evimizi geri alalım. Biliyor musunuz hayatımda biri vardı, arkadaşlarım vardı size anlatmıştım. Hepsi gitti, sizin dikmemi öğrettiğiniz aslında hiç bir zaman büyümesine yardım etmediğiniz papatya hayallerle büyüdü, şimdi de solmak üzere. Biri geldi yapraklarımı koparttı baba, senin gibi... Biri geldi bana hiçsizlik ve çaresizlik ne demek öğretti gitti anne senin gibi... Biri geldi ailem sandım ama elimden kaydı gitti sizin gibi... Lütfen uyanın! Lütfen!" Bağırıyordum, hıçkırıklarım arasında gözümden akan yaşlar süslüyordu bu görüntüyü.

"Kızım,"

"Baba." Heyecanla gözlerimi açtığımda karşımda babamı değil mezarlık görevlisini görmek beni biraz daha yıprattı. O umut artık tamamen kalbimden siliniyordu.

"Kalksana orada yatılır mı? Git evine." Evim burası diyemedim.

Kalktım yattığım yerden, kalktım ve arkama bakmadan koştum. Onları çok özlemiştim, annemi, babamı, onu, sahte arkadaşlarımı... Ne kadar kötü olsalarda benim hayatım onlardı.

Artık hayatım bir hiçlikten ibaretti. Kimsem kalmamıştı, kimse yoktu. Delirmek üzereydim ailem beni bırakıp gitti yuva dediğim yuva alev aldı. Sokaklarımdaki lambalar söndü, karanlığın ortasında kaldım. Yuvam yıkıldı, ailem beni terk etti, sokaklarım eskidi, kimse girmek istemedi.

Kimsenin olmadığına emin olduğum bir yere gelmiştim. Dizlerimin üstüne çöktüm. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ben neydim? Artık bu sorunun cevabını çok net bir şekilde biliyordum. Ben hiçtim. Olmasada olacak o insandım.

Ben ailemizi yıkıp, küle döndüren o canavardım, felakettim. Ben bir hiçtim.

Papatya SoluşuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin