Bölüm 11

32 7 2
                                    

Bir süre Bogdanov'un yarayı temizlemesini ve tentürdiyot olduğunu tahmin ettiği kırmızı bir sıvıyı yaraya dökmesini izleyen Murat can sıkıntısı ile iç geçiriyordu ki gözleri neşeyle parlamaya başladı birden. "Mehmet!" dedi onu biraz daha yakınına çağırmak için ve fısıltıyla konuşmaya başladı.

"Yanımızda... Yani çantamda iki kutu antibiyotik var. Gerçekten güçlü antibiyotikler. Onları verirsek çocuğu kurtarabiliriz."

Mehmet kötü bir kâbus görmüş de o kâbusun korkusuyla uykusundan sıçramış gibi iyice açtı gözlerini. Murat onun bu halini izlerken bir süre boşluğa bakıp düşündü. Sonra da Murat'ın ilk fısıltılarından bile daha düşük bir sesle "Olmaz!" dedi. "Biz gelmeseydik ne olacaksa bırak o olsun. Hem ilaca bizim ihtiyacımız olabilir hem de..."

Yüzündeki umut dolu tebessüm sönerken "Haklısın" diye Mehmet'in sözünü keserek cevap verdi Murat. "Hem de zamana planımız dışında müdahale etmemeliyiz."

Bir süre sonra Bogdanov işini bitirip ayağa kalktığında "Milena..." dedi ilk önce ve yanına çağırdı kızı. "Bir şeyler yediğinden emin ol. Yuri'nin bedeninin güçlü kalması lazım." Elini cebine atıp birkaç ruble çıkarıp kıza uzattı sonra. "Yarın biraz et, sebze ve taze meyve alırsın bununla."

"Bay Bogdanov..." dedi Milena dudakları titreyerek. "Biz zaten çok yük oluyoruz. Bunu... Bunu kabul edemem."

Bu sözler üzerine kaşları çatılmıştı Bogdanov'un. "Sadece öğrencim değil kızım sayılırsın" dedi ilk olarak. "Yük filan olmuyorsun! Bir daha böyle kelimeler duymayacağım anlaştık mı?"

Milena onlarca kez teşekkür ederek Bogdanov'un uzattığı parayı kabul etti sonunda. Yuri'nin inlemeleri hala devam ediyordu.

Derin bir nefes alıp "Artık eve dönebiliriz." dedi Bogdanov. Yüzüne babacan bir gülümseme yayılırken de Milena'ya dönüp "Senin gelmene gerek yok." diye ekledi. "Misafirlerime kendim de çay yapabilirim değil mi? Sen Yuri'nin yanında kal."

Birkaç dakika sonra Bogdanov ve iki misafiri yavaş adımlarla yol alıyorlardı. Kar yağışı iyice artmış, hava acımasız ve keskin bir gece soğuğuna bir kez daha teslim olmuştu. Bir süre uzaklarda havlayan birkaç köpeğin sesinden başka hiçbir şey duyulmadı.

Eve varmalarına birkaç dakika kalmıştı ki Bogdanov olduğu yerde durdu birden. Yol boyunca zihninde bir tartışma sürdürdüğü anlaşılıyordu. "Doktor olmayı insanlara yardım etmek için seçmiştim" dedi yüzünü göğe çevirdiğinde. "Fakirlik ve imkânsızlıklar içinde olan halkıma biraz olsun umut olabilmek için. Çözülmeyi bekleyen sırları çözebilmek için. Ama tıp... Ah tıp o kadar yavaş ilerliyor ki bir insan ömrü tüm sırların çözüldüğünü görmek için çok kısa."

"Eminim sizin sayenizde pek çok sır çözülecektir Doktor." Mehmet'in sesi umut aşılamaya çalışsa da az önceki manzara onun da gözünden gitmiyordu.

"Zavallı Yuri'nin çok zamanı kalmadı." Bogdanov'un yüzü hala göğe dönüktü. Gözlerini yummuş, suratına düşen kar tanelerinin ona verdiği hissi uzun uzun tatmak istiyordu. "Ablası ve o yıllardır benim yanımdalar. Savaş yetimleri... Bilirsin. Büyük savaş ve sonraki iç savaş dönemi... Çok fazla yetim bıraktı geride."

"Anlıyorum!" dedi Mehmet. Savaş yetimleri... diye mırıldandı. Tarih kitaplarında okuyup geçtiği, sadece yılını ezberlediği savaşlardan geriye kalan acıların ne kadar büyük olabileceğini tüyleri ürpererek bir kez daha idrak etti. "Savaş yetimleri!" dedi bu sefer biraz daha yüksek bir sesle. "Kahraman babaların geride kalanlara bıraktığı son hatıralar."

"Kahraman babalar..." diye tekrarladı sonra. İşte o an aklına Niko ve Vasili geldi. Babasının başına ne geldiğini bile bilmeyen Niko ve onun yıllardır kayıp babası Vasili.

"Türkiye'de de maalesef pek çok savaş yetimi var." dedi ilk olarak. "Hatta buraya geleceğimizi duyan ve savaşta babasını kaybetmiş bir dostumuz bizden babasına dair bir iz bulmamızı en azından buna çalışmamızı istemişti. Türk doğu cephesinde Rus ordusuyla savaşırken esir düşmüş."

Bu cümlelerden sonra Bogdanov merak ile yüzünü Mehmet'e döndü. "Ben de savaşmıştım o savaşta." dedi. "Bir süre de batı cephesinde doktor olarak bulundum. Ellerimin arasından kayıp giden, henüz yirmisinde bile olmayan yüzlerce asker... Yüzlerce evlat... Yüzlerce insan... Ölümün ne kadar korkunç bir şey olduğunu o savaşta daha da iyi anlamıştım. Ölüm... Huzur mu yoksa sonsuz siyah boşlukta bozulan bir büyü mü? İşte çözemeyeceğim bir başka sır."

"Sanırım çözdüğümüz zaman bunu kimseyle paylaşamayacak olmamız esas kötü tarafı." Mehmet yüzüne yayılan hafif bir tebessümle Bogdanov'a bakıyordu. Benzer bir tebessümle karşılık verdi Bogdanov. "İşte o günlerde gençlik ve ölüm hakkında uzun uzun düşündüm. Ölüm o kadar öngörülemez ve acımasız ki. Bir savaşın ilk saniyesinde de ölebilir 18 yaşında bir delikanlı, bitmesine birkaç saniye kala da. 7 yaşında bir çocuğu da bulabilir ölüm 100 yaşında bir ihtiyarı da. İhtiyarlık... Yaşlanmak... Gençliğin ateşi ve onu söndüren acımasız yaşlılık rüzgârı. Yaşlanmak da bir savaşın neticesi kesinlikle. Sonucu belli olan bir savaş bu. Gençliğin ateşini söndüren acımasız ve kadim bir savaş. Ve tabii o savaşın son ve kaçınılmaz sahnesi ölüm." Son cümlesinden sonra bir süre yağan karların sesini dinlemek ister gibi sustu Bogdanov. Derin bir nefes çekti ciğerlerine ve devam etti.

"Garip olan neydi biliyor musun? Bazı askerler... Bazı askerler gönüllü birliklerdendi. Kahramanlık, şeref ve erkeklik dürtüleriyle hareket eden ama dünyanın en kutsal, en korunmaya değer şeyinin ne olduğunu bilmeyen askerler. İnsan hayatı... Gençlik... Yaşam... Bu dünyada bir hazine varsa o da insan hayatıdır."

"Ve insanlık onu korumak için değil nasıl hızla yok edebiliriz diye düşünüyor sanki." Mehmet yere eğilmiş eline aldığı karla küçük bir kartopu yapmaya başlamıştı. Özenle şekil verdi ona ve kusursuz bir yuvarlak olması için özellikle dikkat etti.

"Yeterince yeşerttiğimizi düşündüğümüzde ise..." Elinde tuttuğu kartopunu hızla sıktı sonra. Mehmet'in avuçlarının arasından parçalanarak akan kara bakan Bogdanov hala az önceki tebessümü tutuyordu yüzünde. Yeniden yürümeye başladığında "Gençlik hipnotik ve garip bir zehir" dedi ilk olarak. "Gönüllü katılan askerler demiştim ya. Yanlarında bir top mermisi patlayana kadar tüm evrenin sırrını çözmüş gibi yürürler biliyor musun? Zaten asker olmak için doğduklarını düşünürler. Asla korkmayacaklarını. Hatta asla ölmeyeceklerini... Ama o mermi yanlarında patladığında... İşte o zaman ölümün ne kadar karanlık bir şaka olduğunu ve hayatın ne kadar paha biçilemez olduğunu anlarlar. Ancak o zaman ne kadar cahil olduklarını anlarlar. Ancak o zaman hata yaptıklarını anlarlar. Hata... Gençlik hata yapmak için bir bahane olabilir mi? Bilmiyorum... Gerçi hata yapmazsan nasıl büyüyebilirsin ki? Ben de pek çok hata yaptım. Düşünüyorum da... Keşke gençliğimdeki bedenim şimdi taşıdığım beyne sahip olsaydı. Keşke... Keşke sonsuza dek öyle kalabilseydim. Gerçi aklımda birkaç deney konusu var ama henüz çok yeniler."

"Ölümsüzlük..." diye içini çekti Mehmet. "Deneylerinizi duymak için sabırsızlanıyorum ama insanlar bunu sahiden ister mi sizce? Zira En tatlı bal bile tadıldıkça bıkkınlık verir."

Bogdanov küçük bir kahkaha attı bu sözler üzerine. "Demek Shakespeare biliyorsunuz. Pek sevdiğim bir yazar değildir gerçi ama bu söze katılmamak elde değil. Ölümsüzlüğün bulunduğu bir dünyayı anlatan kısa bir hikâye yazmıştım bir dönem. Orada ölümsüzlüğü bulan ana karakter yüzlerce yıl yaşadıktan sonra tek bir şey arzuladığının farkına varıyordu. Ölmek."

Evin kapısına gelmişlerdi artık. "Çay eşliğinde sabaha kadar konuşacak çok konumuz olduğu anlaşılıyor" dedi Bogdanov gülümseyerek. Lakin içeri girip kapıyı kapattıklarında ikisi de bir şeyi fark ettiler.

En başından beri gözlerinin önünde olan ama fark edemedikleri bir şeyi. İkisi de öylece kalakalmıştı kapının ağzında.

İkisi... Sadece ikisi vardı.

"Murat!" dedi Mehmet önce kısık sonra da yüksek bir sesle. "Murat... Murat yok?"

Bogdanov da gözlerini merakla açmış sağa sola bakınmaya başlamıştı. Hemen sokağa baktılar. Boylu boyunca kar altında kalan sokak tamamen ıssızdı.

Murat yoktu.

Hiçbir yerde yoktu.

Son PozHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin