Yetimhane sandığım kadar kötü değildi. Sabahları erken kalkıp "genç bir hanım efendinin" yapması gerekenleri öğrenmek için zemin kattaki mum kokulu odaya gidiyordum. Bazen akşamları Allisa yine gelip beni ziyaret ediyor, benimle sohbet ediyordu. Odamdaki çocuk saaa...
Pek iyi bir arkadaş değildi. Sabah ve yatma saati dışında onunla pek görüşmüyordum.
Her gece ağlıyordum. Bazı geceler yorganı ısırıyor ağlarken istemsizce çıkardığım sesleri bastırmaya çalışıyordum. Sesimi duyması en son isteyeceğim şeydi.Günler birbirlerini kovalarken ay ve güneş kusursuz danslarını gökyüzünde sergiliyordu. 14. Yaş günüm gelip çattığın da beynim hiç kimseden kutlama ümit etmememi, kimsenin doğum günümü kutlamayacağını söylerken kalbimde ufacıkta olsa minik bir umut tohumu vardı.
Pazar olduğundan derslerimiz yoktu.
Zaten topu topu verilen 3 elbisemden en sevdiğim kırmızı, beyaz elbiseyi giyip saçlarımı balık sırtı şekilde ördüm. Tabi ki annemin eskiden yaptığı kadar iyi olmamıştı ama elimden geleni yapmıştım.Her ne olursa olsun bu günün doğum günüm olması gerçeği suratımda küçük bir gülümsemenin yer bulmasını sağlıyordu. Merdivenlerden seke seke zemin kata inip yemek odasının yolunu tutum. Beni gören rahibeler şaşkın şaşkın bana bakıyorlardı. Çünkü buraya geldiğimden beri ilk defa gülüyordum. Yemek odasına girip uzun masanın yanındaki bir sandalyeyi çekip oturdum. Rahibelerden biri kafamı okşayıp önüme yemek tabağını koydu. Bu rahibe Elip'tı. Sevecen genç rahibe aralarında bana en iyi davrananıydı.
Tarhana çorbasını biraz bayat ekmekle yedikten sonra bahçeye çıktım. Yaşlı meşe ağacına daha önce her gün yaptığım gibi dallara tutunarak çıktım. Sarı çantamdan birkaç gün önce okumaya başladığım "Etik Ve Yönetim" adlı kitabımı açtım.
Bu kitapta bir yöneticinin düzeni sağlamak uğruna aldığı kendi etik değerlerinin dışındaki kararlarından dolayı kendini kaybetmesi hattâ delirmesini konu alan adaletimizi ve de etiklik anlayışımızı sorgulatacak türden bir kitaptı.
Birçok rahibe yaşıtlarım gibi daha hafif kitaplar okumamı söylüyor ya da beni övüyorlardı. Bense onları pek ciddiye almamayı tercih ediyordum. Beni taşıyacak kadar sağlam olduğuna kanaat getirdiğim büyük bir dala kuruldum. Rüzgar esiyor, ilk baharı iliklerime kadar hissetiriyordu. Ağacın gür yaprakları sayesinde kamuflaj olmuş, bazı korumacı rahibelerin dırdırını çekme derdinden kurtulmuştum. Keyifle kitabımı okumaya koyuldum.
-Ağaçın üstünde koca bir sincaba benziyorsun.
-Ne?
Ağacın gövdesine yaslanmış kıpkırmızı bir elma yiyen bu çocuk... Evet bu benim oda arkadaşım.
-Ağaçta ne arıyorsun diyorum?
-Şey kitap okuyorum?
-Peki neden ağaçın üzerinde?
-Benimle bu kadar ilgilendiğini bilmiyordum.
-Bu sorumun cevabı değildi.
-Soruna cevap vermek zorunda değilim.
Hemen arkasından bir elma çıkardı. Kıpkırmızı elma... Ah, kim bilir ne kadar tatlıdır.
-Eğer bu elmayı istiyorsan bana cevap vermelisin.
Bu çocuk benim elmalara düşkünlüğümü nereden öğrenmişti ki??
-Tamam, tamam sen kazandın.
Elmayı yukarı attı. Bir çırpıda tutup o kan kırmızısı kabuğu dişlerimle yardım ve o sulu elmanın tatlı tadına vardım.
-Aslında burada olmamın sebebi...
Gözlerimi yetimhanenin bahçe duvarlarının üstünden görebildiğim şehir manzarası ve masmavi gökyüzüne çevirdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tanrı'nın Kalbi
Fantasy"Bir kuş kadar özgür olmayı düşledim hep ama hedeflerime giden yollarda prangalar eşlik etti bana." Özgür olmayı herkes düşler, herkes kendini özgür sanar ama sadece pranglarını açabilecek kadar cesur olanlar özgür olur. Heylin sıradan bir köylü kız...