27/MANİK

18 1 0
                                    


---

Öncelikle, kocaman harflerle MERHABA!

Bundan sonraki bölümler yetişkin içerikler olacak; yani 20'li yaşlar, genç yetişkin olgunluğu, absürt kader ve +18 (maalesef).

Unutmayın, Eliz sizin kitaptaki gölgeniz, paralel evrendeki yansımanızdır.

Eliz'in bitmiş, açık yeşil renkli klasik koyu kahverengi günlüğünün yıpranmış sayfalarını çevirmeye devam edin...

                 ★★★★★★★★★★★

---

Sabah olduğunda kapıdan bir ses geldi. Evet, ev sahibi çıkmamı isteyecekti. Gözlerimi yavaşça açtım; güneşin yansıması yüzüme düşüyordu. Düz beyaz tavana baktım. Kapı yeniden tıklatıldı. Muşambaya bastım, gıcırtı sesiyle koridorda yürüdüm ve kapıyı açtım.Orta yaşlarda bir adam, üzerinde siyah bir smokin ve durgun bir yüz ifadesiyle bana baktı. Smokin ceketinin üzerinde siyah-beyaz temalı bir fotoğraf vardı. Fotoğrafa baktım; babamı bir kez görmüştüm, duraktaki görüntüsüyle adamın ceketindeki fotoğraf tıpatıp aynıydı...

"Ben, babanızın iş arkadaşıyım... Maalesef onu kaybettik. Bir kızı olduğunu öğrendim ve bunu sizin öğrenmeniz en büyük hakkınız."

Boğazım düğümlenmişti, sadece fotoğrafa baktım; istemesem de gözlerim dolmuştu. "Fotoğrafı bana verebilir misiniz?" diye kısık bir sesle sordum.

Adam, kağıdın arkasına mezarlığın adresini yazdı ve kağıdı bana uzattı. Elinden aldım; adam ses çıkarmadan merdivenden indi. Kapıyı kapattım ve bavuluma elbiselerimi sıkıştırdım. Ev sahibi zaten evi bu akşam alacaktı.

Lacivert ve koyu yeşil çizgili bir gömlek, siyah geniş bir pantolon ve siyah kalınt bir ceket giydim. Sırt çantamı taktım, saçımı üstten bağlayıp kahkülümü düzelttim.Evden çıktım; kuru bir soğuk vardı. Gökyüzü güneşli olmasına rağmen soluk bir maviye bürünmüştü ve herkes evindeydi.

Mezarlığa geldiğimde, geniş kapıları olan büyük bir tabelada "Özel Mülk Mezarlığı" yazıyordu. Burası soylu insanların mezarlığıydı.Kimliğimi gösterdim, görevliler beni içeri aldılar. Mezarlıkta dolaştım ve üzerinde "Uras Yıldırım" yazan beyaz mezar taşına baktım. Gözlerim dolmuştu.

Bavulumu bıraktım, çantamı da bavulun üstüne koydum.

"Baba..." Çaresiz bir ses tonuyla fısıldadım. Soğuk esen rüzgar, kurumuş dudaklarımda hissediyordum. Ayaklarım yerde, göğsüm ve kollarım mezarın etrafındaki soğuk taşa yasladım. Kollarımı başımın etrafına doladım, yüzümü kollarıma gömüp gözlerimi kapattım.

"Hanımefendi, günlerdir buradasınız."

Başımı kaldırıp kadına baktım. Elini alnıma götürdü; sıcak ellerinin sıcaklığını hissettim.

"Ah! Buz gibisin!" Hızla montunu çıkarıp omuzlarıma yavaşça koydu.

Ayağa kalkmaya çalıştım ama aniden ayaklarıma yayılan acıyı hissettim.

"Anlaşılan aynı pozisyonda kaldığın için... Tabi hava soğuk olunca kemiklerin ağrımış."

Kadın bavulumu eline alıp sürükledi ve birlikte polis arabasına bindik.
Polis arabası bir binanın önünde durdu. Arabadan indim ve binanın üstünde, kocaman beyaz harflerle "Ruh Sağlığı Hastanesi" yazısını gördüm. Durgun, tepkisiz bir yüz ifadesiyle hastaneye girdim.

Müdürün odasına girdim, polisler dışarıda bekledi. Orta yaşlı, biraz kilolu bir adamdı; başını evraktan kaldırıp yüzüme baktı ve koltuğu işaret ederek,

"Lütfen oturun, merhaba Eliz Hanım," dedi, samimi olmaya çalışan bir ses tonuyla.

Koltuğa oturdum; çok şey anlatmak istedim ama burada ne işim olduğunu sorgulamaktan kaçındım. Boşa kürek çekmek istemedim.

Adam ofis koltuğuna yaslandı, koltuk gıcırdadı. "Şimdi siz burada ne işim var diyeceksiniz, fakat diğer mezarları ziyaret eden kişiler sizi ihbar etti. Sanki yanınıza biri oturmuş gibi konuşuyormuşsunuz. Bizde bu gayet normal, herkes mezarla konuşur; ama sizde farklı bir durum var ve... ilk geldiğiniz gün her şey normalken, ikinci gün..."

Adamın sadece yüzüne baktım; kulaklarım yüksek sesle çınlıyordu Adam konuşmaya devam etti. Konuşmak istiyordum ama sanki beni bir şey engelliyordu ve bir türlü konuşamıyordum.

"İhbar edenlere inanmadık, ama ihbar sayısı artınca biz de sizi uzaktan izledik. Evet, kendinizde değildiniz; bu da psikolojik bir hastalıktı..."

Bu demek oluyor ki... Bana beyaz renkli duvar kağıdı olan bir oda verdiler. Yere değen beyaz tül perdeler, korkuluklu bir pencere, küçük bir komodin ve alçak bir yatak vardı. Yatakta sadece oturmuştum; parmağımı dahi hareket ettirecek mecalim yoktu. Durum giderek daha kötüye gidiyordu. Hastanede verilen haplar beni daha da kötüleştiriyordu: şizofreni, kimlik kaybı, konuşma bozukluğu gibi hastalıklar, ama listem kabarık...

Çoğu kez kendi kendime konuştuğum zamanlar oluyordu; hemşireler bunu normal karşılıyordu. Hemşire geldiğinde ben konuşmaya devam ediyordum. İlacı şırıngayla enjekte edip gitmişti. Bitkisel hayat girmiş hastalar gibi vücudumu kontrol edmiyordum.

Günler birbirini kovalıyordu, aylar su gibi akıyordu. Odaların duvarları sanki kartondan incecikti. İki odanın ortasındaydım; sağ odadaki hasta kriz geçirdiği zaman başını duvara vuruyordu ve yüksek sesle bağırıyordu. Bu sinir bozucuydu; burada delirmemek mümkün değildi.

Siyah uzun saçlarım dağınık bir halde omuzumdan düşüyordu. Beyaz düz elbise giyiyordum, elbise geniş olduğu için bir omuzum açıktı. Berbat bir hâlde, bataklığın dibindeydim. Saatlerce öylece, boş gözlerle yere odaklanarak duruyordum.

Duvardan "Güm!" diye bir gürültü geldi; camı olmayan tablo yerinden oynadı. Rüzgar, tül beyaz perdenin uçuşmasına neden oluyordu. Sol odadaki hasta kadından çığlıklar geliyordu. İki yüksek seviyede şizofreni hastasının ortasındaki odadaydım. Bu kadın çığlık attığı zaman, ilaç zammının geldiği anlamına geliyordu.

Kapı yavaşça açıldı. Uzun boylu, açık kumral saçlı, koyu yeşil gözlü, buğday tenli, keskin çene hatlı bir adam, koyu kahverengi simokin yelek, beyaz gömlek ve  açık kahverengi kıravat,açık kahverengi kumaş pantolon giymişti; mokasen ayakkabılar da giyiyordu.

Adım attı, yanıma yaklaştı. "Eliz Hanım, toparlanın, gidiyoruz," dedi.

Yüzüne baktım; kafayı mı yedim, rüyamı mı görüyorum? Kesin yine hayal görüyorum.

"Ben Pavel Slav Petroviç, memnun oldum Eliz," dedi, ağır bir aksanla konuşuyordu.

Koridorda müdürün odasına doğru yürüdük; çıplak ayaklarımla soğuk zeminde yürüyordum.

Pavel kapıyı sertçe açtı, odaya girdi; ben de arkasından girdim ve kapıyı yumuşak bir tıkırtıyla kapattım.

"Bakın efendim, hastamız yıllardır burada. Biliyorum patronunuz güçlü biri, fakat hastamızın durumu daha kötü."

Müdürün elinde gevşekçe tuttuğu evrakı Pavel sertçe aldı ve müdüre baktı.

Sakin ama bir o kadar öfkeyle.

"O koltuğa iyi otur; belki de son oturuşun olacak."

Vay be, aksanına bak. Pavel bana sırtı dönüktü; geniş sırtına sırıtarak baktım. Tamam, bu adamı tanımıyorum, ama mafya işte alışığım

Müdür işaret parmağını bana doğru uzattı.

"Bakın! Delirmiş, kendi kendine sırıtıyor; kesin arkamda bir hayal gördü!" dedi müdür, yüksek sesle bağırarak.

Pavel ona sertçe baktı; tabi geniş sırtı bana dönüktü. Sonra bana doğru döndü ben hızla durgun yüz ifadesiyle baktım ona.Pavel, tekrardan sırtını döndü.

"Sende tedavi ol," dedi.

TENHA Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin