Dışarının soğuğu ile birlikte yağan yağmur sanki şu topraklara değil kalbime yağıyordu. Kalbim sanki hiç ıslanmamış gibi her defasında tekrar ıslanıyor ve ıslak topraklar birbirinden koparak felaketlere dönüşüyordu. Parçalar her defasından birbirinden biraz daha ayrılmasına rağmen yağmur yağmaya devam ediyordu ama bu yağmur farklıydı. Bu damlalar su değildi. Tarif edemediğim ve etmekte zorlandığım damlacıklar...
İşte ne olduğunu bilmediğim bu damlacıkların her biri ise başka bir renge bürünüyor, o renklerin yine tarif edemediğim acılı tonları ruhumla birlikte birleşiyor ve gecenin karanlığına karışıyordu. Belki de ruhum başka bir yerde değil o damlaların içinden bir tanesiydi ve o sürekli bir bıçak gibi saplanıyordu kalbime.
Sanki aynı şey sürekli tekrar ediyormuş, zaman geriye sarıyormuş gibi...
Damlaların her biri ise bir renge bürünmesine rağmen yine de kapkaranlıktı içim. Neye benzetebiliriz ki bunu? Rengarenk, cıvıl cıvıl giyinmiş kötü kalpli birisine mi? Dışı ne kadar renkli ve güzel olursa olsun içi bir o kadarda kötü demekti bu...
Keşke herkesin içinden bir parçasını görebilseydik...
En azından o parçadan neyin nesi olduğunu anlardık.
Fatih'e konum attıktan sonra onunda aç olduğunu hissederek ikimize de mantı hazırladım. Hala en sevdiği yemek mantı mı bilmiyorum ama küçükken bayılırdı mantıya. Sofrayı kurmayı bitirdiğimde kapının çalması ile birlikte koşturarak kapıya gittim ve kim olduğuna bakarak kapıyı açtım. Fatih'in geldiğini biliyordum ama ne olur ne olmaz bakmak gerekirdi kim olduğuna. Elinde siyah bir bilgisayar çantası ile içeri girdi.
"Hoş geldin."
"Hoş buldum." Önce elindeki bilgisayar çantasını aldım. Üzerindeki montu çıkarttıktan sonra alıp vestiyere astım. Bilgisayarı ise tekrar ona uzattım.
"Aç mısın? Mantı yaptım."
"Vallahi yerim. Mutfak nerede?"
"Şurası." diyerek başımla mutfak kapısının olduğu yeri gösterdim. Önden ilerledi. Salonun ortasında bulunan orta sehpaya bilgisayarı bırakırken onu bekledim. Yanıma kadar geldiğinde bu sefer ben önden ilerlemeye başladım ve mutfağa ilk adımı atan ben oldum. Sonra masaya geçip oturduk. O mantısını büyük bir hızla yerken ben ağır ağır yedim. Hızlı yemek yemeye başladığım zaman boğulabiliyordum. Daha sonra kusmaya başlıyordum ve kusmaktan da nefret ettiğim için yemeği yavaş yiyordum.
"Hızlı ye. Çok önemli Bir şey konuşmamız lazım." Bu tavrı önemli bir şey konuşacağımızdan değil bence daha çok aç olduğundandı.
"Konu ne?"
"Irmak." dediğinde istemsizce bir tık daha hızlı yemeye başladım. Evet gerçekten de konuşacağımız şey önemliymiş. Bunun farkına vardım. Kardeşimiz bizim için en önemli husustu. Tabiki ikimiz arasındaki en önemli konu buydu lakin benim kendimce Irmak'ı bulmaktan daha büyük dertlerim de vardı. Irmak güçlü bir kızdı. Kendi başının çaresine bakabilirdi. Bu yüzden böyle bir korkum, diğer bir deyişle derdim yoktu.
"Nerde olduğunu mu buldun?"
"Kimin onun peşinde olduğunu buldum." dediğinde daha da hızlandım. Kimin onun peşinde olduğunu buldum derken? Tehlike de miydi? Onu kim, niye takip ediyordu? Başka bir tabirle neden birisi onun peşindeydi?
"Aslında benim de seninle bir şey konuşmam lazım."
"Konu?"
"Sen." Şaşırdı ve dudağının kenarına bulaşan sarımsaklı yoğurt sosu baş parmağı ile sildi. Bana merakla anlat der gibi bakıyordu. Bunu anlamadığımı düşünmüş olacak ki yine anlatmam için gözlerini açıp bir bakış daha gönderdi ve ellerini havaya kaldırarak başını salladı. Konuşmuyordu ya da konuşamıyordu çünkü ağzı doluydu. İtiraf etmek gerekirse bu halleri çok tatlıydı ve bu yüzden konuşasım yoktu. Yemek bulaşmış yanaklarıyla aptala anlatır gibi anlatmaya devam edebilirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Geçmişin Silahı
Mystery / ThrillerRuhu hayatın darbesi altında ezilmiş tüm çocuklara... X'i bulmak için bir denklemi, İpi düzeltmek için bir düğümü, Yaşama sebebinizi bulmak içinse Hayatı çözmeniz gerekir...