2.Kurşun: Rüya

65 18 30
                                    

(10 sene sonra.)

(İstanbul/Beşiktaş)

Hiç kimse istemiyordu bir yolun ortasında çaresizlikten takılı kalmayı. Ya da geçmişindekileri hatırladığı için bir kez daha yıkılıyor ama yine de içindeki enkaz yığınını göstermemek, tekrar toparlanabilmek ve her seferinde ayakta kalabilmek için duruyordu öylece. Belki gerçekler en çaresiz şekilde yıkıyordu, belki de yalanlar gerçeklerle karışıyor ve onlar yıkıyordu bizi. Yalanları hiçbirimiz sevmeyiz değil mi? Ama bazen de yalanlara inanmak isteriz. Sevdiklerimizden birisi canını yitirdiğinde aslında onun ölmediğine, karanlıkta olsak bile aslında oranın aydınlık olduğuna ve çaresiz kalmadığımıza inanmak isteriz. Ve her seferinde arada kalırız. İsteyip istemediğimize dair.

Çünkü bazen, bazı istekler hayatımızı yokuş aşağı yuvarlayabilir...

Dışarıda ruhumu temizleyen karlar lapa lapa yağıyor. Çalışma masam için alınan beyaz sandalyeye oturmuş dirseklerimi masaya, yumruk yaptığım ellerimi ise çene kemiğime yaslamış şekilde cama vuran her bir kar tanesini izliyorum. Onlar bana beni anımsattıkça mutlu ediyorlardı. Yüzüme bir tebessüm yayılıyordu. Adeta ışık saçıyordum içimde bulunan yüzüme vurmadığım tebessümle. Her bir özelliğim, her bir anım farklı. Özel ve eşsiz. Saf ve saydam. Tıpkı bir kar tanesi gibi.

Yeni tanıştığın yabancılar gibi aslında biraz da. Arkasındakini yansıtır ama doğru yansıttığından emin olamazsın. Ve bazen, yine bir şeylerden emin olmak istemeyebilirsin. Bir şeylere emin olmak, onlara güvenme duygusu bazen rahatsız edecek türde olabilirdi. Bir gerçek ortaya çıkar ve bütün domino taşlarının devrilmesine neden olabilirdi. Bu yüzden arada kalırsın. Emin olamadığın ve belki de emin olamayacağını düşündüğün için. İsteyip istemediğine dair arada kalmanın asıl sebebi, budur.

Ben İlknur.

İlknur Kandelen...

Hayatını sayfalar, defterler, yazılar, sözcükler, boyalar, müzikler içinde geçirmiş İlknur ben. Taşa takılmış ama düşmemiş, yıkılmamış İlknur ben. Her zaman hayatta ve ayakta kalmaya çalışmış olan ben.

Daha yıkılmadım, ama yıkılabilirim. Ne zaman yıkılacağımı hiçbir zaman bilemedim. Bilemeyeceğim de. Yine neden çaldığını bilmediğim kapının sesi kulaklarıma ulaştığında kaşlarımı çatıp arkama döndüm.

Endişelenmiştim çünkü bu saat yemek saati değildi. Bu saat kendime zaman ayırdığım saatti ve kapım bir şey olmadığı sürece çalınmazdı öyle kolay kolay. Misafir geldiğini düşünmüyordum çünkü içerisi sessizdi. Irmak'ın benimle oyun oynamak istediğini düşündüm, uzun süredir gelmiyordu ama bu hiç gelmeyeceği anlamına da gelmiyordu. Kapı bir kez daha tıklatıldığında kendime geldim ve tereddütle kapıyı açtım.

Tereddütümün sebebi elbette kapının çalması değildi. Kapının evin en huzurlu sessizliğinde neden çaldığıydı. Bugün programıma baktığımda ailecek konuştuğumuz konular olduğunu görmüyordum. Ki bu tarz konular konuşulmak için hiçbir zaman bu evde bu şekilde çağırılmazdınız.

Herkesin dinlendiği, kendine vakit ayırdığı bir saat dilimi vardı ve bu dinlenme saatinde kimse sizi rahatsız etmezdi, edemezdi. Ne olduğunu düşünmeye çalışıyordum ama net bir sonuca varamıyordum. Bu sonuca varamamamın sebebi annemin yıkılmış denebilecek vaziyette olan gözleri olabilir de denebilirdi.

Gözleri ateş kırmızısına dönmüş de denebilir, kanlanmıştı.

"Buyur anne." Annemin çehresi düşük değildi ama gözlerinden üzgün ya da yorgun olduğu anlaşılıyordu. Üzgündü. Bu ıslak kirpikler ve kanlanmış gözler yorgunluktan doğmuş olamazdı. Gerçi yanımızda fırtına da kopsa bir damla göz yaşı dökmeyen annem neden şu anda karşıma geçerken gözlerini silme ihtiyacı duymamıştı?

Geçmişin SilahıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin