ders bitiminde dışarı adımımı atar atmaz sanki bu anı bekliyormuş gibi bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayan yağmurla neye uğradığımı şaşırırken kendimi tekrar direkt içeri attım. daha bir saat önce hava günlük güneşlikti ve sabah hava durumuna baktığımda yağmura dair en ufak bir belirti bile yoktu. birden bire nerden çıkmıştı ki şimdi bu?
"öf, ne yapacağım şimdi ben?!" kitaplarımı çantama koyup telefonumu arka cebime attım ve çantamı kafama siper ederek kafeteryaya doğru koşmaya başladım. yağışın şiddetli olması sanki yeterli değilmiş gibi bir de üstüne esiyordu. benimse üzerimde ince bir kazak ve etek vardı. kemiklerime kadar titriyordum.
içeri girdiğim gibi bedenimi saran sıcaklıkla rana ve pelin'in yanına gidip çantamı masaya fırlattıktan sonra koşar adım kenardaki şöminenin önündeki puflara attım kendimi. bahar aylarında asla ama asla kıyafet ayarını tutturamayanlardandım. kalın giyindiğimde yaprak kıpırdamazdı, ince giyindiğimde de tam tersi.
"şu haline bak," arkamdan gelen sese başımı çevirdiğimde, yamaç yanımdaki pufa oturdu ve vücudunu bana doğru çevirdi. bunu yaparken kıyafetime bakıp dalga geçer gibi gülmeyi de ihmal etmedi. "kendini tarzan mı sanıyordun?"
ellerimi bacaklarıma sürterken, "sabah hava güzeldi." dedim. üzerinde beyaz bol bir tişört ve siyah pantolon vardı. kalın oduncu gömleğinin yanında siyah deri ceket taşıyordu. sade ama şık görünüyordu. "hava durumu da bir şey göstermiyordu. aniden yağan yağmur benim suçum değil."
"üşüyor musun?" duraksayıp ciddi ciddi olup olmadığını anlamak için birkaç kere gözlerimi kıpıştırdım. daha sonra ellerimle kendimi yellemeye başladım. "yanıyorum, yamaç. cam açtıracağım birazdan." göz devirdi ve nispet yaparcasına ceketindeki tozları siler gibi yaptı. "gerek yok o zaman. üşüyor olsaydın ceketimi verecektim."
"yok, teşekkür ederim." arkamı döndüm. tek başına olması imkansızdı. kütüphanedeki karşılaşmamızdan bu yana mutlaka yanında en az iki kişi daha olurdu. şimdiye kadar yarattığı izlenime göre yalnız takılacak birisi değildi zaten. "yanındaki kız nerede? şu kızıl afet. eminim ceketini giyip kokunla mest olmak için can atıyordur."
yüzünü ekşitti. "aman, sus, alma adını ağzına. her an her yerden çıkabilir zaten." o etrafa bakınırken ben de imayla kaşlarımı kaldırdım. bakışlarımı gördükten sonra omuz silkti, pufa iyice yerleşti ve bakışlarını yanan ateşe çevirdi. "konuşmama kararı aldık."
"aldık mı, aldın mı?"
"aldım."
"bu kadar kolay mı gerçekten?" onu taklit ederek bakışlarımı cayır cayır yanan ateşe çevirdim. odunların çatırtısını dinlemek şaşırtıcı bir şekilde dinlendiriciydi. burası biraza köşede kaldığından sakin ve sessizdi. "ne?"
"birilerinin hayatına girip daha sonra hiçbir şey olmamış gibi bir açıklama yapmadan çıkmak?" bunu dedikten sonra artık bu konuları ve bana hissettirdiği şeylerin eskisi kadar yoğun olmadığını fark ettim. göğsüme oturan öküz hala oradaydı ama sanki daha hafifti. ama hala oturuyordu. bu da bir ilerlemeydi en azından.
"hayatına aldığın kişiyle iyi de olsa kötü de olsa bir şeyler paylaşırsın." dedi iyi olup olmadığımı anlamak için yüzüme biraz baktıktan sonra. "biz bir şey paylaşmadık ki. ben arkadaşlarımla otururken yanımıza geliyordu ve sohbet ediyordu. en fazla üç kere yalnız kalmışızdır ki onda da sohbet etmekten başka bir şey yapmadık. aramızda, en azından benim için, hiçbir şey yoktu. ben bile bile birinin kalbini kıracak birisi değilim. öyle görünüyor olabilirim ama değilim."
"öyle göründüğünün farkındaysan neden düzeltmek için bir şey yapmıyorsun?"
omuz silkti. "ben ve çevrem nasıl biri olduğumu biliyoruz. geri kalandan bana ne? ayrıca benden onlara ne?" vücudumu ona döndürdüm. "peki seni tanımak isteyenler? ya da senin tanımak istediğin ama dışardan görünüşün yüzünden senden uzak duranlar?"
güldü. "ön yargı kötü bir şeydir. bir dakika," durdu. kaşları hafifçe çatılmıştı. sanırım hala üşüdüğümün farkına varmış olacak ki oduncu gömleğini çıkarıp bacaklarıma örttü. şikayet etmedim çünkü bacaklarım gerçekten buz gibiydi. "neden hep benden bahsediyoruz? burada labirent gibi karışık olan sensin." derken deri ceketini giydi.
kıkırdayarak kaşlarımı kaldırdım. "labirent mi?"
"evet. seni çözmeye çalışıyorum ama o kadar yardımcı olmuyorsun ki tam çözdüm derken ya geçtiğim yerlerden tekrar geçiyorum ya da duvara bodoslama giriyorum." bıkkın bir şekilde nefes verdi. "bu kadar zor olma asya."
güldüm. "daha kolayı var. beni çözmeye çalışma." gözleri saate kayıp duruyordu. sanırım dersi vardı. onu tutmaya niyetim de yoktu. bu yüzden yavaşça ayağa kalktım. "içimde bu uğraşa değecek bir kırıntı bile yok. o yüzden vaktini boşa harcama. git güzel kızlarla ilgilen. etrafında benim aksime gerçekten güzel olan kızlar var."
beni taklit edip ayağa kalktı. ona uzattığım oduncu gömleğini geri alırken, "güzel olmadığını mı sanıyorsun gerçekten?"
"sanmıyorum, biliyorum. güzel falan değilim ben." itiraz edeceği sırada sözünü kestim. "on dakikadır gözlerin saate kayıyor. dersin var belli. dersine git, ben de eve gideyim." şaşırtıcı bir şekilde sözümü ikiletmeden çıkışa ilerledi. ben de eve gitmek için kızlardan çantamı geri aldım.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
lavender haze
Teen Fiction*lavender haze 1950'lrde aşık olmak anlamında kullanılan bir tabirdir. asya: erkeklere güvenmemeyi erkeklerden öğrendim ben