"bana uzun bir uyku borçlusun yamaç türkdoğan." dedim telefonunu sinirle masanın üzerindeki kalın kitabın üzerine bırakırken. dün tekin ve poyraz onu almaya geldiklerinde uyanmıştı ve apar topar çıktıkları için de telefonunu unutmuştu. eksikliğini yüksek ihtimalle dün uyuyamadığında oynayacak bir şeyi olmadığında fark etmişti. şu anda da yanında konuşacak biri yoktu. o da yanağını eline dayamış saf saf etrafı izliyordu.
"o telefon kaç para senin haberin var mı?" dedi arkasına yaslanıp gözlerime bakarken. "benim uykum kaç para senin haberin var mı?" karşısına oturdum. "bir insanın telefonu beş dakika bile mi susmaz ya?"
"sessize alsaydın." omuz silkti. "aldım zaten. zırt pırt titreyip durdu."
"kapatabilirdin. ya da rahatsız etmeye alsaydın."
sırıttım. "açıkçası mesajları okumak çok eğlenceliydi. eğer pelin ve rana'yı uyandırmamaya çalışmasaydım kahkahalarımı sen bile duyardın."
kaşları kalkarken masaya yaklaştı ve telefonu açtı. "mesajlarımı mı okudun?!" yaptığım sanki harika bir şeymiş gibi gururla başımı salladım. "özel hayat diye bir şey var." dün geceki taklidimi yaptı. "günlerdir görünmüyorsun," sesimi incelterek dudaklarımı büzdüm. "seni çok özledim." gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım.
gözlerini devirdi. "sus ya."
"tatlım neden mesajlarıma cevap vermiyorsun?" saçımı kulağımın arkasına attım ve olabildiğince masum görünmeye çalıştım. "iki gün oldu. sana çok ihtiyacım var." masanın üzerinden ona doğru uzandım. "lütfen gel artık. buralar sensiz eskisi gibi değil."
bir eliyle beni kendine çekerek daha çok yaklaştırdı ve diğer elini dudaklarıma bastırdı. "kes şunu asya." gülmeye başladım ve ellerimi kurtarıp onun elini dudaklarımdan çektim. "ne oldu tatlım? utandın mı?"
tek kaşını kaldırdı. "senden mi?" gülerek arkasına yaslandı. dudağımdan çektiğim eli hala elimdeydi. "utanacağım en son kişisin."
omuz silkerek, "her neyse," dedim. gözlerimi tehditkar bir şekilde kısarak hafifçe yumruğumu masaya vurdum. "uykumu geri istiyorum." o da beni taklit ederek bana yaklaştı. "bulursam seninle paylaşmaktan hiç çekinmem merak etme."
başımı yavaşça salladım. "güzel." yine beni taklit etti. "güzel." aramızsa en fazla bir karış mesafe vardı. ikimiz de bir şey söylemeden birbirimize bakmaya devam ettik. yanağında bir yara izi ve dudağının sağ alt tarafında küçük bir ben vardı. bir süre sessizlikten sonra yüzüme üflediğinde yüzümü buruşturarak arkama yaslandım. o da gülerek aynı şeyi yaptı.
"sana doyum olmaz," diyerek ellerimizi ayırdım ve çantamı omzuma gittim. "ama benim dersim var." ayağa kalktım. o, gözleriyle beni izlerken ben yüzüme muzip biri ifade takındım ve masadan tekrar ona doğru eğildim. "cevap ver kıza, ayıp olur. sonuçta seni özlemiş. sende hiç mi vicdan yok?" burnumu çektim. "kokunu özlemiş tatlım."
dişlerini birbirine bastırarak derin bir nefes verirken gözlerini kapattı. "asya." diye homurdandığında gülerek doğruldum ve çıkışa ilerlemeye başladım. işte o zaman benimle konuşurken ilk defa sesini bu kadar ciddi kullandığını ve elimi tutarken baş parmağıyla hafifçe okşadığını fark ettim.
hoştu.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
lavender haze
Teen Fiction*lavender haze 1950'lrde aşık olmak anlamında kullanılan bir tabirdir. asya: erkeklere güvenmemeyi erkeklerden öğrendim ben