0.2

16 2 1
                                    

Gülnihal Akçay,
1990.

Yangının üzerinden tam tamına iki hafta geçmişti. Tüm bu süreç boyunca ev ile dükkan arasında mekik dokunmuştum. Düzeltilecek o kadar fazla şey vardı ki... Neyse ki biraz birikimim ve beni canından çok seven bir abim vardı.

Birlikte dükkanı paklamıştık. İki hafta gibi kısa bir süreçte bu kadar hızlı bir gelişme almayı beklemiyordum ama başarmıştık. Babam ile annem bu süreçte beni hiç aramamış ve beni yok saymayı tercih etmişlerdi.

Onlardan aldığım tek haber abimin yanımda olduğunu öğrendiklerinde ona kızmaları olmuştu. Babamın öfkeyle, "Madem evden kaçacak kadar kendine güveniyor hanımefendi o zaman bırak ne yapıyormuş bir izleyelim. Yardım etme sakın o yüzsüze!" Diye bağırışları salona kadar geliyordu.

Dayanamayıp kendimi dışarıya attığımda ne yapacağımı bilmiyordum. Bana hissettirdikleri acıyı bilmiyor, öylece konuşup duruyorlardı.

Apartman boşluğuna oturup elimle yüzümü kapattım ve ağlamaya başladım. İçimde koca bir zehir vardı, gözyaşlarım bile o zehri dışıma akıtmam için yeterli olmuyordu. Zamanla kalbim hasar alıyordu.

Benim zehrime çarem yoktu...

Birisi tam önümde durduğunda başımı kaldırıp yaşlı gözlerle kim olduğuna baktım. Gördüğüm kişi ise beklenmedikti. Nihat Göksungur'du. Onun karşısında sürekli ağlıyordum. O günden bugüne hiç görüşmemiştik.

İlk izlenim gibi bu da berbattı...

"Gülnihal?" Derken şaşkınca bana baktı. "Ne oldu?"

Burnumu çektim ve içime kaçan sesimle, "Bir şey olmadı." Diye mırıldandım. Ona acizliğimi anlatmak istemiyordum. Bana sunulmayan o sevgiyi bilsin istemiyordum. Zaten karşısında yeterince küçük düşmüştüm. Daha fazlasına tahammülüm yoktu.

"Sen öyle diyorsan." derken yanıma oturdu.

"Yaraların nasıl?"

"İyileştiler." Gözleri bana döndü. "Ancak seninkiler hâlâ kanıyor gibi."

"İnsanlar kabuk bağlamalarına bile izin vermiyorlar. Ancak böyle oluyor işte, ellerinde son çare kanamak kalıyor. Kanamakta ağlamakta fayda etmez ancak. Zehir aynı zehir, bir türlü terk etmez seni."

"Her zehrin bir panzehiri vardır, derler."

"Kim der?"

"Bilmem," derken önüne döndü. Hafifçe tebessüm etti. "Birileri der herhalde." İster istemez kıkırdadım. Bunun üzerine gözleri bana döndü. "İşte şöyle be! Gül biraz azıcık. İsminin hakkını ver."

"Yalnız ismimin anlamı gül fidanı."

Omuz silkti. "Yalnız isminin ilk üç harfi sesteş. Senin lügatında farklı benim lügatımda farklı."

"Çiçekleri sevmez misin?"

"Severim ancak gülen insanları daha çok severim." Derken oldukça imalıydı bakışları.

Dudaklarım büzüldü. "Ama ben senin karşında sürekli ağlıyorum."

"Olsun, evelallah biz güldürürüz seni." Dedi elleriyle oynarken. Sonra duraksadı. "Sana bundan sonra Gül diyeceğim, böylece beni her gördüğünde gülmen gerektiğini hatırla ve dudaklarına bir tebessüm yerleştir."

Ağzım bir karış açık kaldığı sırada evimin kapısı açıldı. İkimizinde bakışları yukarı döndü. Abim ve çatık kaşları ile karşılaştık. Gözlerinde ki öfke yanımda ki adamaydı. "Hayda," dedi ellerini beline yerleştirirken. "Çattık arkadaş! Birader senin işin gücün yok mu sürekli göz önündesin?"

KARA MAMBAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin