⚔️
Beşinci günün öğleden sonrasıydı. Tüm saray hanımlarının güzellik uykusuna yattıkları saatlerde Jimin yatağında dönüp durmuş, alışık olmadığı bu ritüele daha fazla dayanamayarak üzerine günlük hanboklarından birini geçirip kendini odasının dışına atmıştı. Koridorlarda gezinirken gördüğü hizmetçi kızlar, kenara çekilip saygıyla eğiliyorlardı. O da hepsine gülümseyerek ya da tatlı birkaç sözle karşılık veriyordu.
Bahçeye çıkıp biraz gezindi. Ulu bir çınar ağacının altında iki kütük ve enli bir tahta ile yapılmış oturağı bulduğunda ise eteklerini toplayıp kendini üzerine bıraktı. Yorulmuştu. Bedeni değil zihni yorgundu.
Ji-heon'la o ilk sabah yaptıkları kahvaltıda uzaktan verilen selamlardan sonra veliaht prensle hiç karşılaşmamıştı Jimin. Günleri genellikle Ji-heon ile birlikte sarayı ve içindekileri tanımakla geçiyordu.
En büyük prens Min Geumjae ile tanışmıştı mesela. Odasına girdiklerinde prens pencere önündeki bir koltukta dizlerine örtülmüş battaniyeyle oturmuş, elindeki kitabı kucağına indirmiş dalgın dalgın etrafı seyrediyordu. Tıpkı Yoongi gibi beyaz tenliydi ama gözlerinde çok daha yumuşak bir ifade barındırıyordu. Jimin prensle geçirdikleri yarım saatlik zaman içinde onun su gibi berrak bir yüreğe sahip olduğunu gözlemlemişti. Sakatlığını büyük bir sükunetle kabullenen adam, ömrünün bundan sonrasını tekerlekli sandalyede geçireceğinin bilinci ile etrafındakilere yük olmadan yaşama gayreti içindeydi. Gülümsemeyi eksik etmediği yüzü ve nazik cümleleri ile Jimin'e iyi bir arkadaş olacağının sinyallerini vermişti. Eşi Sunhee ile birbirlerinin gözlerine aşkla baktıklarını gördüğünde, ömrü boyunca asla sahip olamayacağı bu duygu bağı yüreğini titretmişti genç adamın.
Yine başka bir gün kahvaltı sonrasında piknik yapmak için Boryeon gölüne gitmeye karar verseler de aniden bastıran yağmur yüzünden planları suya düşmüştü. Kızların gözündeki hayal kırıklığına dayanamayan Jin oppaları her zamanki gibi olaya el atmış ve korudaki av evini onlar için bir piknik alanına çevirmişti. Genellikle av etlerini pişirmek için kullanılan taş ocak bu kez oolong çayı demlemek icin yakılmıştı.
Her ne kadar müstakbel görümcesi ve diğer hanımlar ile eğlenceli vakitler geçirse de aklının bir köşesinde her an başını kaldırmaya hazır bir korku kol geziyordu. Saatler günler birbiri ardına geçerken kaderini belirleyecek olan o gün an be an yaklaşıyor, Jimin bir adım bile yol alamamış olmanın rahatsızlığı ile kıvranıp duruyordu.
Sıkıntılı bir nefes vererek başını arkasındaki büyük ağacın gövdesine yasladı. Annesini özlemişti, Şilla'yı özlemişti. Her ne kadar amcası olacak haydut dünyalarını dar etse de yuvasıydı Şilla. Jiso ile çiçek topladığı kırlar, Jungkook ile çıktıkları at gezintileri geldi hatırına.
Gözleri dolmaya başlayınca kırpıştırarak ıslaklığı geri yolladı. Duygusallığın hiç sırası değildi.
Elleriyle kendini yelpazeleyerek iki tarafina bakındığında sırıtarak yaklaşan koruması girdi görüş alanına.
"Uyuyamadınız mı prenses hazretleri?" Jungkook Jimin'in yanına çöküp ellerini dizlerine dayamış, başını da hafifçe yana eğerek tavşan dişlerini göstererek sırıtıyordu.
"Uyuyamadım Jungkook. Her gün her gün aynı saatte yatmaktan da, sanki başka derdim yokmuş gibi mıç mıç kız muhabbeti döndürmekten de, hâlâ prensle konuşamamış olmaktan da yoruldum." Jimin yumruklarını kucağında birleştirip bakışlarını karşısında yükselen beyaz mermer binaya dikti.
Jungkook suratını asıp dudaklarını sarkıtan arkadaşının omzuna elini koyup okşadı.
"Tamam, sıkma canını. Az kaldı."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SECRETS (YoonMin)
FanfictionBir evlilik yıllardır süren savaşı bitiriyorsa her iki ülkenin halkı tarafından kutsanır. Günlerce sürecek eğlenceler düzenlenir, krallar kadeh tokuşturur, kraliçeler zerafet ve zenginlik yarışına girer. Ya evlenecek olan çift? Onlar bu durumdan mem...