Rüzgar saçlarımı uçururken ve Lev'in kalbi kırık melodilerle dolu sesini dinlerken içimde bir şeyler hissettim. Bana çok tanıdık geldi. Sanki bu adamı önceden görmüştüm. Sanki onunla beraber fırtınalara göğüs germiştim. Sanki tonlarca anım vardı, benden çalınmış anılar...
Dudaklarımı aralayıp fısıldadım...
"Sanırım ihanete uğramaya alışmışsın."
Sahte bir gülüş:"Evet. Öyle de diyebiliriz."
"Beni kabuslardan kovduğun 16 yılda ben de alıştım sanırım." dememe rağmen şaşırmamıştı. Sanırım Lev zaten biliyordu...
"Belki seni de İhanetlerin Prensesi yapmalıyım, hm?"
Güldük. Bu sefer içten bir gülüştü bu. Şakalaşması beni mutlu etmişti. Şu an daha az karamsar görünüyordu. Ben de kendimi daha iyi hissediyordum."Gerçeklik başlarına yıkılmadan önce devrim yapabilirsem, neden olmasın?"
"Mükemmel bir prenses olurdun." demesi karşısında duraksadım. Şaşırmıştım. Çünkü az önceki gibi şakacı bir üslup kullanmamıştı. Aksine, doğrudan yüzüme bakıyordu ve son derece ciddiydi. Yüzümdeki şaşırmış ifadeye aldırmadan sözüne devam etti:"Prensine ihtiyaç duymayan bir savaşçı prenses olurdun. Duygularından kaçmayan, onları kabul eden, gerektiği yerde onlarla mücadele eden bir savaşçısın. Umudu çalanlara savaş açmış bir devrimcisin. Kanatlarına zincir vurulmuş da olsa sen hâlâ uçmaya devam ediyorsun nilüfer... Kanatları kesilince yeryüzüne zincirlenmiş bu prens gibi değilsin. Bir halkı yönetmek için gereken her şeye sahipsin: vicdan, mantık, adalet ve cesaret. En ağır kabuslara göğüs gerdin, 6 yaşındayken seni Dante'nin Cehennemi'ne gönderdim. Ona bile katlandın. Bana bile katlandın. Sen gerçekten çok güçlüsün."
Bana nilüfer demişti. Arada kaynamış dahi olsa fark etmiştim. Lev çiçekleri çok seviyordu, en sevdiği çiçek de nilüferdi. Büyük ihtimalle yanlışlıkla söylemişti. Tanıdık gelmişti, hatta kürek kemiklerimde bir sızı hissetmiştim. Ama üstünde çok fazla durmadım."Teşekkür ederim. Senin katlanılmayacak bir yanın yoktu. Sadece bana usule uygun bir ceza verdin."
"Haketmiyordun. 6 yaşındaydın ve ben seni cehenneme gönderdim!" demesiyle yüzünü ellerinin arasına gömmesi bir oldu. Sanki kırılma noktasına gelmişti. Tanıdığım Lev daima farklı bir diyardaymış gibi konuşurdu, oysa şimdi cümlelerinden kendine duyduğu nefreti anlayabiliyordum.
Aniden balkon tırabzanından uzaklaştı ve bana yaklaştı. Bileğimi kavradı. Engel olmak istedim, parmaklarım bileğinin etrafında sertçe kıvrıldı. Ama hissetmedi bile.
"Napıyorsu-"
Tam tekme atmak üzere dizimi kaldırmıştım ki vücudum resmen taşlaştı. Hareket edemez oldum. Başparmağını bileğimdeki lale şeklindeki izin üzerine bastırdı. Lale gümüş renginde ışıldamaya başladı. Görüşüm bulanıklaştı. Yığılmadan önce fısıldamalarını duyduğumu hayal meyal hatırlıyorum..."Sen artık nilüfer değil lalesin, kalbini dertlerimle doldurmaya hakkım yok. Özür dilerim... Seni bir kere kaybettim, bu tekrar olmayacak."
Ve her şey karardı...
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
Gözlerimi kan kırmızısı denizin yanında açtım. Üstümde siyah bir gömlek ve pantolon vardı. Ayağımda da botlar. Doğruldum. Topuzum dağılmıştı, saçlarım omzumdan aşağı yumuşakça dökülüyordu. Bileklerimde simsiyah kol koruyucular vardı, okçuların taktıklarından. İçlerinde sertlik hissettim. Bastırınca minik bıçaklar ortaya çıkıyorlardı. Bıçakları eski haline getirdikten sonra iyice sıcaklamıştım, dağılmış saçım sinirimi bozmuştu. Saçlarımı düzeltmeye çalışırken elime boynumdaki bir zincir takıldı. Lâl taşından bir kolye. Başımda da önceki kadar gösterişli olmasa da son derece zarif bir taç var. Yanıbaşıma ise bir savaş baltası koymuş......evet, savaş baltası...
Prenseslikten savaşçılığa dönüş. Eh, benim için hava hoş. Elbise fazla güzeldi zaten. Ayağa kalktım ve etrafıma bakındım. Simsiyah ağaçlarla kaplı bir ormandaydım. Etraftaki tek ses, kan nehrinin melodik sesi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Metal Kalp
Science FictionBen Michelle. Michelle Howell. Bozuk bir kod yüzünden tüm şehri birbirine katan ve başına ödül konan bir cyborgum. Ne kadar şiirsel ve dokunaklı değil mi? Onların yaptığı kötülüklere karşı kör, sağır ve dilsiz kalamadığım; yerimden kalkıp bağırdığım...