8- TOPRAK, GÜL VE YILDIZ

223 12 17
                                    

Bu sefer İsa'dan bile öncelerde yaşamış, hakkındaki bilgilerin çoğu rivayetten ibaret olan bir adamdan bahsedeceğim sana Şeyhim.

Lao Tse. Bir diğer adıyla, Tao'nun babası.

Oldukça yaşlı bir bilge olan Lao'ya göre bu cihanın iki özü varmış; var olan ve var olmayan. En başta koca bir hiçlikmiş cihan. Ardından var olmayanlara isimler vermiş Evrenin Sanatkarı, onları hiçlikten var etmek için her birine ayrı bir isim...

Melek, Şeytan, Adem ve Havva... İsmiyle var olan her kul yeniden belirler bu evrenin dengesini. Varlıklar değişir, isimler değişir, inançlar, inananlar değişir...

Sonra bütün bu değişimlerin içinde aslına sadık kalan, zamanın ve mekanın ötesindeki o kulu anlatacağım sana; Tao'yu.

Hakkında anlatabileceklerim o kadar kısıtlı ki. Yine de şunu söyleyebilirim; Tao, değişenlerin içinde değişmeden kalandır. Ondan gelen her şeyde kendinden bir parça burakır ve ondan gelenler eninde sonunda ona döner.

Tao siyahın içine beyaz
Ve beyazın içine de siyah koyar.
Böylece evrenin dengesi sağlanır.

Denge... Ne kadar basit ama bir o kadar da ağır ve mühim bir kelime.

Peki ya siyahın içinde beyaz? Sahi, bu mümkün müdür Şeyhim?

Tanıdığım bir deli şöyle anlatmıştı bana Lao'nun garip keşfini; Dünya'da beyaz insan yoktur. Sadece griler ve siyahlar vardır.

Kimileri gül der griye. Dikeninden sebep çirkef ve nazlı, kızılından mütevellit şehvetli ve tutkulu bir güldedir dengenin sırrı.

Şimdi sen kalkıp da herhangi bir şaire gülün en büyük aşığını sorsan muhtemelen bülbül der. Güle olan aşkından ayaklarını kanata kanata dalına konan, ondan bir buse almak için dikenlerini yutan aciz bülbül...

Peki ya sana gülün en büyük aşığı topraktır desem?

Ben yerini unuttum ama sen belki hatırlarsın; insanın özütü topraktır, çünkü toprak şefkat ehlidir demiştim. Toprak öyle çaresizce sevdalıydı ki güle, gülün ondan haberi bile yokken.

Çabasızca, karşılığını beklemeden, karşısına çıkamadan ama en nihayetinde sevmişti onu. Ama hiçbir şair anlatmadı onun masalını.

Çünkü biz hikayeyi hep gül ve bülbülden dinledik.

Gül ise hiçbir zaman topraktan geldiğine inanmadı, inanmak istemedi. Kara, kuru, renksiz bir şeydi o. Ne kendisi gibi cezbedici bir kokusu, ne de şehvet timsali kızıl rengi vardı.

Gül, toprağı hiçbir zaman kendisine yakıştırmadı.

Toprak için ise aşkına karşılık bulamamak pek sorun değildi. Lakin vakitlerce köklerini suyla beslediği gül onu aşağıladığında ilk defa bir çiçeğe küstü toprak. Bir daha ne aşağıdan bakıp hayran oldu güle, ne de adını ağzına aldı.

Gül kibirinden ödün veremezdi şüphesiz. Ucu sivri, kökü acı dikenler çıkarttı yapraklarının altından. Bütün varlıklardan soyutladı kendisini.

İşte o zaman şairlerin gözdesi bülbül girdi perdeye. Gülün dikenine katlandı, akan her bir damla kan gülün yapraklarına renk kattı.

Şairler bülbülü seçtiler, çünkü hem kendisine hem de güle zarar verecek bir aşktı onunkisi. İmkansızdı ve bu yüzden çok mükemmeldi.

Acı ve aşk, göz yaşı ve tebessüm, gül ve bülbül. Aynı hikayenin farklı kahramanları. Şairlerin gözdeleri, okuyanların hayallerini süsleyen anahtar kelimeler. Toprak ise üstüne basılıp geçilen bir avuç lanet gibi yalnız. Kendisi için Yeryüzü'ne inen o yıldızdan bile bihaber.

Akşın DestanıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin