Intersection of ocean and soil

22 7 29
                                    

Tüm gece bana ayrılan yer yatağında bir sağa bir sola dönüp durdum. Yanımdaki yer yatağında horultular çıkararak uyuyan Patricia'nın da uyuyabilmeme katkı sağlamadığı açıktı.

Kafamdaki düşünceleri susturamıyordum. Bundan sonra olacaklar beni gerçekten çok heyecanlandırıyor ve geriyordu. Annem ve babamın yaşadığı bile muamma iken ben peşimde kocaman bir çeteyi de sürükleyerek onları arayacaktım. Ve onlar "prensesi" bulamazlarsa muhtemelen öldürüleceklerdi. Bu insanların hayatlarıyla kumar oynuyor olmak beni içinden çıkılamaz bir bataklık misali dayanılamaz vicdan azabına sürüklüyordu.

Ryan'ın yüzü beliriyordu zihnimde, yıldızların altında uzanırkenki hali, Patricia beni zorla çadıra sürüklerkenki gülüşü, el sallaması...

Ona gerçekte kim olduğumu söylemem gerektiğini biliyordum ama yapamazdım, riske atamazdım. Hala ona güvenmiyordum. Zaten işin sonunda kim olduğumu açıklayacaktım, şimdi bilmesine gerek yoktu... değil mi?

İç çekerek yastığı suratıma bastırdım. Zihnim daha önce hiç bu kadar karmakarışık olmamıştı.

Yastığı tekrar kafamın altına koyup tavanı izlemeye devam ettim. Güneş doğmak üzere olmalıydı.

Bir ses duyuldu, birinin acıyla inlemesi gibiydi. Ses oldukça yakından gelmişti. Gidip kontrol etmem gerektiğini düşündüm. Hızla yerimden kalkarken karnıma giren ani sancıyla benden de bir inilti çıktı. Patricia'yı uyandırmamak için dudaklarımı birbirine bastırarak çadırdan dışarı çıktım.

Sönmüş ateşin başında bir silüet oturuyordu. Kadın silüeti olduğu anlaşılıyordu. Yavaş adımlarla silüete yaklaştım. Hıçkırıklar duyuluyordu. Ağlıyordu.

"Cass?"

Kızarmış gözlerle bana baktı. Elinden kan damlıyordu.

Hemen yanına oturdum. Elini avucuma alıp kanayan yere baktım. "Nasıl oldu bu?"

Burnunu çekerek hıçkırıklarının arasından "Buraya gelirken dikenlere elim sürtündü. Kesildi ama hiç acımıyor, kanadığına bakma." dedi.

Her zaman yanımda taşıdığım işlemeli mendilimi çıkardım ve yarasını temizlerken "o zaman neden ağlıyorsun, madem canın hiç acımıyor..?" diye sordum.

Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Buruk gülümsemesinin ardına saklanıyordu. "Sanırım zaten ağlayasım vardı, bu bahane oldu... Ağladığın sebep önemli değildir. Kırılan heveslerin boğazında bıraktığı yumrunun, içinde tuttuklarının, göğüs kafesini kıracak gibi baskı yapan birikmişliklerin ağırlığını artık taşıyamayacak duruma geldiğinde, bugün hava güneşli değil diye bile ağlayabilirsin."

Sardığım elini sıkıca tuttum. Benim de gözlerimin dolmasına sebep olmuştu. Güven vermeye çalışarak gülümsedim. "Anlatmak istersen dinlemeyi çok isterim, sana kendini biraz da olsa daha iyi hissettirebilmek istiyorum."

Gözlerime bakarak gülümsedi. O da elimi tuttu. Derin bir nefes alıp "Konuyu zaten tahmin edebiliyorsundur... John." dedi.

Kafa salladım. "Evet, tahmin etmiştim."

Tekrar burnunu çekti. "Prensesi bulmaya gideceksiniz... sen de gideceksin Violet. Belki de aylarca dönmeyeceksiniz. Belki de o prensesi bulamayacaksınız ve hiçbirinizi bir daha göremeyeceğim." Birkaç saniye durdu. İç çekerek devam etti. " John'a, Violet de sizinle gelebiliyorsa ben de gelebilirim dedim. Onu özleyeceğimi, onu özlemekten nefret ettiğimi bile söyledim. O bana ne dedi biliyor musun?"

Pür dikkat onu dinliyordum. Kafamı yavaşça iki yana salladım.

Sesini kalınlaştırarak John'un sesini taklit etti. "Daha önce kaç kere kılıç tuttun Cassandra? Saçmalamayı bırak, bir de seni korumakla uğraştırma bizi. Burda güvendesin."

𝐄𝐭𝐞𝐫𝐧𝐚𝐥 𝐋𝐚𝐧𝐝  Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin