1

13 3 0
                                    

1| Bir parti yerine cenaze töreni tercih ederim.


En çok neyi düşlerdi insan? Mutlu olmayı ya da zengin olmayı mı? Ya da en çok neyi düşlemeliydi insan?

Herkesin kendine göre birçok hayali vardır. Kimisi boyunu kimisi de cebini aşar. Ben zamanla öğrendim, önce boyuma göre hayal kurmayı ama sonra baktım olmadı cebime göre hayal kurdum. Baktım yine olmuyor hayal kurmamayı öğrendim. Daha doğrusu mecbur kaldım.

Benim hayatım böyleydi işte. Hayal bile kuramıyordum. Olduğum şartlar beni şu anki konumuma getirmişti. Boyu kısa ama aklı oldukça uzun biri olmuştum.

Üzerinde yattığım ve her en ufak hareketimde bile gıcırdayan yataktan kalktım. Ayaklarımı aşağıya doğru sarkıtırken, halı bile olmayan beton zemindeki soğuk anında kemiklerimi titretmişti. Yatağın altına doğru uzanarak kimi yerleri yırtılmış olan ve beyaz demeye bin şahit olan spor ayakkabıları giydim. Oturduğum yerde başımı hemen yan tarafımda olan kırık pencereye çevirdim. Ağaçlar rüzgarın etkisiyle yana dogru yatarken, ben nedense o soğuğu kaburgalarımda hissediyordum. Sızlıyorlardı. Oturduğum eski yataktan kalkıp geniş ama oldukça pis olan odadan çıktım.

Burası tahmin ettiğiniz üzere yetimhaneydi. Bir gurup korkağın bulunduğu bir yerdi.

Evet korkaklardı.

Onlara her denileni harfiyen yapacak kadar acizlerdi. Yaşım küçük olsa da bazı şeyleri çok çabuk kabullenmiştim. Bana denilen her şeyi yapmaz, sadece işime gelenleri yapardım. Bu dik başlılığım ve asiliğim yüzünden cezasız bir günüm bile geçmiyordu ama yine de bu huyumdan vazgeçmiyordum. Bu huyum kime çekmişti bilmiyorum, sonuçta biyolojik akrabalarıma dair en ufak bir şey bilmiyordum. Ben sadece kenara atılmış bir pislikten farksız değildim.

Buraya hiçbir zaman alışmayacaktım. Bu yere alışma fikri bana kilometrelerce uzaktı. Bazıları kendini buraya ait olarak görüyor olabilirdi ama ben değildim. Benim ait olduğum veya olacağım yer burası olamazdı. Burasının bir bok çukurundan hiçbir farklı yoktu.

Binanın dışında depremden kalan çatlaklar yer alırken boyasının da görünürde hiçbir şeyi kalmamıştı. Içerisi ise bokun da boku durumundaydı. Yerler beton olduğu için bina kendini pek ısıtamıyordu tabi buna kırık olan pencere camları da yardımcı oluyordu. Kapılar tahta ama hepsi biribirinden çürüktü. Odalar ise tamamiyle felaketti. Duvarlar rutubet olduğu için çoğu gece kokudan dolayı uyuyamıyorduk. Yataklarımız sert, eski ve pisti. Bir odada dört kişi kaldığı için mahremiyet denen şey zaten yoktu. Herkesin ortak kullandığı tuvalet ve banyo vardı. Yemekhane birkaç masa ve sandalyeden oluşuyor ve hergün aynı yemek çıkıyordu.

Kısaca Tanrı'nın unuttuğu bir yerdeydik.

Bu arada devletin yurduna nasıl bağış falan gelmiyor mu demeyin o iş tamamen orospu müdürenin bok yemesiydi. Yurdun parasını kendi zimmetine geçirdiğini bilmeyen yoktu ama açıkça söyleyemeyen çoktu. 

Buranın tek iyi yönü ise haftada bazen üç bazen dört gün gelen öğretmenlerdi. Müdire hanım bizi okula göndermeyip yurda öğretmen getirtiyordu. Bunu bizi düşündüğü için değil aksine tamamiyle kendisini düşündüğü için yapmıştı.

"Lavin, hemen buraya gel Allah'ın belası!"

Hemen arkamdan duyduğum ve tüm koridor boyunca yankılanan ses sevgili(!) Müdiremize aitti. Ben yine ne yaptım diye düşünürken, çoktan arkamı dönmüş ona doğru gidiyordum. Yüzüme değen siyah saçlarımı geriye doğru ittirirken, Müdürenin kapısının önüne gelmiştim. Kapı çalma gibi bir huyum olmadığı için eski kapıyı açıp içeriye girdim. Sonuçta kapıyı çalmak içerideki kişiye gösterilen bir saygı belirtisiydi ve ben ıçerideki orospuya gram saygı duymuyordum.

KAFES  Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin