Yaşamın her anı başlı başına çok farklı bir deneyimdi. Ne her zaman çok mutlu olabiliyorduk, ne de çok mutsuz. Bu sebepten de çoğumuzun sadece bedeni değil düşünceleri de araftaydı. En azından benim için öyleydi, çok uzun bir süredir öyleydi. Arafta olma hissi sadece cehennemde ya da cennette olmaktan daha ürkütücüydü çünkü araf demek belirsizlik demekti. İnsanı en çok belirsizlik yorar derlerdi bence bu her alanda geçerliydi, insanın hayatı tamamen araftada olabilirdi.
Oturduğum banktan hafifçe kayararak, sırtımı yasladım. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güzel bir gündü, sonbahar olmasına rağmen. Bugünü düşünmeye ayırmıştım, zihnimin bir molaya ihtiyacı vardı. Ancak zihnim bu kısa molasını bile düşünmeye ayırmıştı.
Diğer insanların kaybetme duygusuyla nasıl başa çıkabildiklerini hep çok merak ederdim. Ama şimdi, yavaş yavaş anlayabiliyordum; aslında hiç kimse bu duyguyla başa çıkamıyordu. Yalnızca maskelerini takıyorlar ve hissettiklerini kendi içlerinde yaşıyorlardı, onlardan birisi olduğumda yani maskeyi yüzüne takması gereken kişilerden birisi olmam gerektiği zaman fark edebilmiştim bu detayı. Hayat devam ediyordu ve iyi olmak zorundaydık, hayır iyi olmak zorunda değil da değil sadece iyi rol yapmak zorundaydık.
Aklımda babam ve kardeşim vardı, ben her ikisini de aynı gün kaybetmiştim. Onları düşünmek, tüm anılarımızı hatırlamak nasıl oluyordu da hem bu kadar sevindirip hem de bu denli üzebiliyordu? Bahsettiğim arafta kalmak hissi buydu benim için, iki zıt duygunun arasında sıkışıp kalmak. Ve bu his her şeyden çok yoruyordu, bu yüzden 15 yıldır çok yorgundum. Normal bir ölüm olsa belki aşabilirdim bazı şeyleri ama aması vardı işte, kendime bile itiraf etmediğim o ama'lar vardı.
Kafamı düşüncelerimden arınmak istercesine hafifçe salladım, gökyüzüne odaklandım hava kararmıştı. Şehrin abartı ışıklarından dolayı havada tek bir yıldız bile gözükmüyordu, boş gökyüzüne bakmaktan vazgeçtim ve kafamı önüme eğerek uçsuz bucaksız maviliğe baktım, gerçi şu an lacivert duruyordu. Ama deniz bugün sakindi, ayaklarımı yavaşça yere sürterek ritim tutturdum. Uçsuz bucaksız denizi, hafif sallanan dalgalarını izledim, dalgaların çıkardığı huzurlu sese odaklandım.
Düşünmemeliydim, bana iyi gelmiyordu. Zaten bu koca şehir, yeterince yalnız ve kötü hissettiriyordu, bir de düşünerek iyice kendimi üzmenin bir anlamı yoktu, farkındaydım. Ama yapamıyordum. Belki de gerçekten yalnız olduğum için, düşünmekten başka bir şey yapamıyordum. Ne zamandan beri bu kadar yalnızdım? Üniversitenin ilk yıllarını hatırlıyordum samimi olmadığım tek tük arkadaşlarım vardı ama üniversitenin son iki yılı zihnimden silinmişti. Aklıma Cihangir abinin bahsettiği kız geldiğinde zihnimi son bir çaba ile tekrar zorladım, hiçbir şey hatırlamasam da kalbimden geçen bir ses o son iki yılda bu kadar yalnız olmadığımı söyledi, o sese inanmak istedim. Ne demişler umut fakirin ekmeğidir, benim fakirliğim de yalnızlığımdı.
İki yıl içersinde tanıyıp geri kaybettiğim kaç kişi olmuştu acaba, o kişileri ve onların bende uyandırdığı hisleri kaybetmek canımı yaktı. Bu nasıl oluyordu? Zihnim bir hiçliği, yokluğu kaybetmiş gibiydi ama kalbim de sızısını hissedebiliyordum. Bunlar benim kendi yanılsamalarım mıydı, yoksa zihnimin komik olmayan bir oyunu muydu? Büyük ihtimalle ikinci şık doğru olandı; içimde bir yerler yalnızlığı kabullenemiyor, kaybettiğim o iki yılın diğer yıllardan farklı olduğunu dişünüyor ve bana küçük oyunlar oynuyordu.
En büyük oyunu ise hiç tanımadığım, tatmadığım anılara olan özlem duygusuydu. Bu sebepten ötürü iyi ya da kötü, hayal ettiğim gibi ya da her zamanki gibi yaşantımla dolu olsun farketmeksizim ben kaybettiğim o anıları geri istiyordum çünkü diğer türlüsü belirsizlik oluyordu. Ve kalbim tüm bu belirsizlik içerisinde kaybedilenlere karşı büyük bir merak taşıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YAFTA
General FictionYafta: Kişiye isnat edilen haksız suçlama. "Geçmişin, geleceğin..." Parmaklarını hafifçe saçıma değdi, bir tutam saçı parmağında oynattı. Acıyla kasılan kalbime rağmen geriye tek bir adım bile atamadım. "Farkında değil misin Serin?" Sesi soğuktu, he...