Karamsar bir insan değilim.
Yaşanan onca şeye rağmen hâlâ gülebiliyorum. Ama çok uzun süre mutlu kalamıyorum.
Hâlâ aşka inanıyorum. Ama bir daha beni bulacağına inanmıyorum.
Hâlâ insanlara güveniyorum. Ama eskisi gibi koşulsuz şartsız değil.
Hâlâ bana meydan okunduğu zaman karşılık veriyorum. Ama...
Sanırım değişmeyen tek yanımda bu. Kimin meydan okuduğuna bakmadan, ne konuda meydan okunduğunu umursamadan, bu karşılaşmadan galip gelip gelemeyeceğimi düşünmeden hatta tam anlamıyla meydan okunduğundan emin bile olmadan meydan okunmasını kralın soylu şövalyeleri gibi kabul edip karşılık veriyorum.
Bu soylu şövalye olayı yüzünden başıma bela aldığımı biliyordum. Amacım insanlara bulaşmadan sessiz sakin bir şekilde Burak'ı beklemek ve Burak gelir gelmez kabuğuma çekilip kendimi korumaya almaktı. Ama içimdeki aptal duygu yüzünden başka bir hocadan ders almayı kendime yedirememiştim. Bu bana göre hiç mücadele etmeden mağlup olmakla aynı şeydi ve ben bunu kabul edemezdim.
Ya ya tabi. Aptal gururum bugünlerde çok konuşuyor demiyordum da kendimi süslü kelimelerle avutmaya çalışıyordum.
Bir baltaya sap bile olamayan daldan dala atlama konusunda yüksek lisans yapan düşüncelerim yüzüme nasıl yansımışsa artık Kate telaşla bir problem olup olmadığını sordu. Düşüncelerimin parkta oynayan çocuklar gibi oradan oraya koşturduğunu, bir türlü sabit kalamadıklarını açıklamaya üşendiğim için her şeyin yolunda olduğunu söyleyip önüme döndüm.
Ders bitene kadar hocanın anlattıkları dışında hiçbir şey düşünmemiştim. Bay Brown iki kere daha şansını denemiş ve çözemeyeceğimi düşündüğü sorular sormuştu. Birinde biraz zorlansam da ikisini de çözmüştüm. Böylelikle sakin geçmesini planladığım seneyi ellerimle çöpe atmış oldum.
Ders bittikten sonra Kate hocayla beraber çıkınca bütün sınıf dakika bir gol bir hesabı bana dönüp garip garip bakmaya başladı. Onlarda haklılardı tabi. Okula yeni gelen kız okulun sahibinin kızıyla beraber takılıyor bu da yetmezmiş gibi bir profesöre meydan okuyordu. Haliyle herkes içten içe aslında kim olduğumu merak ediyordu ama sormaya çekiniyorlardı. Şimdi çıkıp ben aslında Obama'nın kızıyım desem neden Amerika'da okumadığımı soracak gibi duruyorlardı.
Bakışlar ve fısıldaşmalar artınca eşyalarımı toplayıp gitmeye karar verdim. Kim olduğumla ilgili kafa patlatmaya devam etsinler biraz daha. Sonuçtan çok memnun olmayacaklardı nasılsa. Nasıl olsa Türk olduğumu, deli divane gibi ülke ülke gezen bir insan olduğumu öğrenince bütün bakışlardan kurtulurdum. Ama öğrencilerinde hakkını vermek lazımdı. Okulun içindeki kafeye gidene kadar neredeyse bütün başlar bana dönmüş ve sanki alnımda çok küçük harflerle kim olduğum yazıyormuşta okumaya çalışıyorlarmış gibi gözlerini kısarak uzun uzun bakmışlardı. Burak burada olsaydı vereceği tepkiyi düşünüp gülerek kafeye girdim.
Kafenin duvarları siyah ve krem rengindeyken masalar beyazdı. Masaların etrafına yerleştirdikleri koltuk ve sandalyeler ise mor, turuncu ve kırmızı rengindeydiler. Samimi ve hareketli bir yere benziyordu. Biraz sakin bir köşede duran masaya doğru ilerledim ve siparişimi almaya gelen garsondan bir filtre kahve istedim. Yorulmuştum, gergindim ve moralim de çok düzgün sayılmazdı. Kendime gelebilmemin en kısa yolu sert bir kahve içmekti. Kate ile bu kafede buluşmak üzere sözleşmiştik ve o gelip hiç durmadan konuşmaya başlamadan önce kahvenin etki etmesini umuyordum.
Kahvenin bende inanılmaz bir etkisi olduğunu bir kez daha anlamıştım. Kate kantine girdiğinde kendimi çoktan toplamıştım. Kapıdan oturduğum masaya kadar gelmesi yaklaşık 10 dakikayı bulmuştu gerçi. Okuldaki herkesi tanıyor gibi duruyordu ve önünden geçtiği hemen her masada birileri seslenip selam veriyordu. Sonunda oturduğum masaya gelip hemen karşıma oturdu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KIRIK PARÇALAR
Romance"Dudaklarımı dudaklarına bastırmadan önce gözlerimi kapatıp fısıldadım. -Özür dilerim ama lütfen bana yardım et..." Hayatımın dönüm noktası olan bu yedi kelime, otuz iki harf beni cennetin yamaçlarına mı bırakacaktı yoksa cehenneme mi gömecekti?