~7~

1.2K 140 28
                                    

Geldim. Yb geldi. Vote ve yorumları unutmayalım yine tşk sşfasdlşp

O küçük bir nokta olana kadar baktım ardından. Son dediklerinden sonra, bir nokta olup kaybolana kadar dönüp arkasına bir kere bile bakmamış, ellerini pantolonun ceplerine sokmuştu. Böyle bakınca çok ruhsuz duruyordu Neul. Sanki az önce benimle konuşan o değilmiş gibi. Ne demişti o? Sadece Neul olduğunu söylemişti. Bir bakımdan da ona söylediğim cümleyi bana geri iade etmişti. Sarhoş değildi. Yalpalayarak yürümüyor, kelimeleri özenle seçiyor, bulamadığında da dudaklarına güzel bir tebessüm takıyordu. Yanımda oturduğu süre boyunca ellerini sadece atkısını boynuma dolamak için ceplerinden çıkartmıştı. Benimle konuşurken gözlerini kısarak konuşmuş, her söylediği cümleden sonra yine bir gülümseme bahşetmişti bana. Gergin bedenimin yanında onun huzurlu bedeni kendini belli ediyordu. Soğukla sıcak, karla yağmur gibi.

Boynuma doladığı atkının ucunu burnuma götürdüm. Lavanta kokuyordu. En sevdiğim çiçek kokusu... Yumuşaktı ve insanı huylandırıyordu. Gülümseyerek az önce oturduğu yere çevirdim gözlerimi. Kokusuyla hala yanımdaymış gibi hissediyordum. Sanki yaptığım her hareketi izliyormuş gibi geliyordu. Derin bir nefes çektim atkıdan. Kokusunu aklıma kazıdım. Oturduğum yerden kalktım boynumdaki atkıyı elimle çekerken.

Şubat ayındaydık ama büyük saksı bitkilerinden kelebek kozaları vardı. Her ne kadar belli olmasa da biraz dikkat çekiyordu yeşil yaprakların arasında. Bazıları yeşildi bazılarıysa kelebeğin kanatlarının desenini gösterecek derece de şeffaf. Her kelebek gördüğümde için gıdıklanırdı. Elime konduğunda, etrafımda dolaştığında kaşıntı tutar, içimde biri beni gıdıklıyormuş gibi his oluşurdu. Oysa ki Neul beni bir kelebeğe benzetmişti. Hastalıklı bir kelebeğe... Yaptığı şeyler de söylediği sözler de garipti o adamın. Bir cümlesiyle insanın kafasını karıştırıyor bir sonrakiyle her şeyi açıklıyordu. Altı saat ne aramış, ne de mesaj atmıştı. Ama sonra bir anda karşıma çıkmış, yanıma oturmuş, beni tanıyormuş gibi benimle konuşmaya başlamıştı.

Kafenin önündeki saksı bitkisine eğilip yaprakların arasında gizlenen kozalara baktım. İki tanesi yeni koza örmüştü ama diğer ikisi çıkacak gibiydi. Öyle de oldu zaten. Mor-siyah kanatları olan bir kelebek kozasını yarıp kanadıyla kafasını dışarıya çıkarttı. Daha sonra kozanın altına geçerek ayaklarıyla sıkıca tutunup ters bir şekilde öylece bekledi. İzlediğim bir belgeselde; Bir kelebeğin uçabilmek için kanatlarındaki damarların kan dolması gerekiyormuş. Ve bu yüzden onlarda birkaç saat ters durarak kanı damarlarına dolduruyorlarmış. Bildiğim iki çeşit kelebek vardı. Biri sadece bir gün yaşayan diğeri bir ay yaşayan... Halbuki Neul bana üç gün yaşayan bir kelebekten bahsetmişti. Sahi o da vardı ama Neul söylediğinde daha gerçekçi gelmişti bana. Ayağa kalkarken arka cebime koyduğum telefonumu çıkardım. Neul'un numarasını rehberden bulup kulağıma götürdüm ama açtığında ben henüz bir şey diyemeden yine o soru sormuştu bana...

"Denizim olur musun?"

"Bu durumda sende kargalıktan dalgıçlığa terfi edeceksin galiba," dedim gülerek. Sanki yarım saat önce o konuşma kulaklarımda yankılanmıyormuş gibi. Ama ne yapayım, hızlı konuşması ve nefes nefese kalması komik gelmişti.

"Evet," diye bağırdı hattın diğer ucundan. Konuşması yavaşlamış, heyecanlı bir şekilde söylemişti bunu. Arkasından deniz sesi de geliyordu. Evimin bulunduğu caddeye girdiğimde bu sokağın en yaşlı ninesi dışarıya çıkmış, oğluyla torunlarına sarılıyordu. Söylediğine göre neredeyse iki sene olmuş evlatları onu ziyaret etmeyeli. Yaşlı gözlerinden yaşlar birer birer akarken kollarını oğlunun boynuna sarmıştı sımsıkı. Küçük kız ve erkek çocuğuysa ninelerinin tombul bacaklarına sarılmış, gülüşüyorlardı.

HEAVEN OF BUTTERFLYHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin