21 Kasım 2015, Cumartesi gecesi...
HAYATTAN KORKMA DEMEK KOLAY !
Uzun zaman önce bir film izlemiştim, Türk yapımı bir dramaydı. Çarpıcı bir isim seçmişler, 'Hayattan Korkma' diye sesleniyorlardı seyirci kitlesine. Filmin adını ilk önce ağzımda evirip çevirmiş, hecelere ayırmış devamında kuru, candan yoksun sevimsiz bir kahkaha patlatmıştım. Ardından da zayıf kalbim sıkışasıya kadar ağlamış, hıçkırıklarımla odamı inletmiştim.
Ben hayattan korkmazdım ki. Korkmamı gerektirecek bir nokta yoktu. Yaşama azmini sileli, ölümü akran belleyeli uzun zaman olmuştu. Asıl beni korkutan şey, hayatın bana indireceği sillesini ailemin sindiremeyeceği gerçeğiydi. Ne pahasına olursa olsun, Azrail yakamdan tutup son nefesime musallat olduğunda ona izin vermeyecek oluşlarıydı beni korkutan.
Ölmeyi umarsızca sahiplenip baş köşeye oturtan ben; ailemi ölümüme hazırlamakta güçlük çekiyordum. Doğuşumdan yanlış başlayan, nazenin yaşam öykümde en ufak heyecan aktivitesine yer verilmezken; ben hep diğer yaşamda denizde sörf yapabilirim diye umutlanıyordum.
Velhasıl, annem ve babam kabullenemiyorlardı, biricik evlatlarının ölüm uykusuna dalıp gitmesini, Her gece istisnasız odama girip uykumda nefes alış-verişlerimin düzenli ritmini saymaya o denli odaklanmışlardı ki acı içinde kıvrandığımı görmüyorlardı. Nefes aldığım sürece pes edip yenilgiyi üstlenmeyeceklerdi.
Şikayetim müşkülpesentliğimden kaynaklı değildi, bir ot gibi yaşamanın ağzımda ve ruhuma bıraktığı yavan tadı anlayamıyorlardı.
Suçlu aramıyordum zaten, çetin bir imtihana tabi tutuluyorduk.Yorgunum, hayatta kalma mücadelesinden; omuzlarım çöktüğü için değil boş bir umuda bel bağlayıp varını yoğunu ve geleceğe çizdikleri idealist hedeflerden bir çırpıda ayrı düşen ailem için vazgeçiyorum. Son iki yıldır yaşadığımda söylenemez zaten, hastahane odalarında pencere önünde akıp giden hayata imrenerek baktığım yeter.
Annecim, babacım siz okuyup da üzülün diye doldurmuyorum bu günceyi. Hani olurda sağır edici acınız hafiflediğinde sayfalar aracılığıyla beni okuyun diye yazıyorum. Bir de benim açımdan bakın 'yaşam' diye kısıtlanan fanusuma. Dışarıda kalan sizler, göremediniz içimdeki tipiyi.
İlkokul ikinci sınıftaydım hastalığımın ayyuka çıktı zaman. Babaannemin yaz tatilinde karne hediyesi olarak armağan ettiği yeşil bisikletimle ilk sürüşümdü. Pedalları her çevirişimde bulutlarda zıplıyorum sanıyordum, öyle coşkuluyum bir kanatlarım eksik kuş gibi çırpınmama.
Daha mahallemizin ekseninden çıkmadan, o meşhur kaplumbağa yokuşumuzu çıkamadan, kalbim havalanıverdi. Yokuşun başında pedallardaki ayaklarım uyuştu, kalbim kırbaç yiyen bir aslan gibi deliye döndü göğüs kafesimde. Kaburga kemiklerimi kırıp önüme düşecek; öyle bir ağrı var göğsümde. Sonra, sonrası karıncalanan karanlık.
Bıyıkları kırlaşmış kısa boylu Doktor ve sonradan abla yerine koyduğum kıvırcık saçlarıyla Zahide Hemşire.
Sahi; ben daha gözümü doğru dürüst açamadan ne demişti Doktor Hüseyin. "Ventrikül olarak adlandırılan kalbin karıncık kısmından kaynaklanan tehlikeli aritmi" diye teşhisini de koydu baygınlığıma.
'Yapma bee doktor amca, öyle afilli hastalık ismi verme evhamlı anneme. Daha yeni bisikletim oldu, izin vermeyecek mahallede turlamama' diye yakınıyorum içimden. O ise "acil müdahaleyi gerektirirler ve dakikalar içinde elektriki kardiyoversiyon yapılması şarttır." diyor telaş müdüresi anneme, babam kafası karışmış, endişeyle dinlemekle yetiniyor.
Devamında gelen hastahane günlüklerine ben kadar ailemde aşina oldu, şu alışkanlık huyu beter insanların. Birdenbire benimseyebiliyor zorlukları, nereden geldiğine kafa yormadan, gelip geçici olmasına inanmadan.
"Safir. Parlama kızım... Işığa vurgundur Gökyakut, gecelerini aşka ve özleme sunmuştur. Sen sen ol kızım adına uyma, karşılıksız sevgi seni yer tüketir. Nazenin bir ruha sahipsin kızım, dünya evindekiler bilmezler kadir kıymetini, ışığını kalbinde tut emi güzel kızım. Verme ziyan ellere" diyen Babaannem, adıma düşmandı. Adını aldığım, doğu kasabalarındaki bilge ebeye hayıflanmadan duramazdı, 'ah be kadın; yaktın ciğerimi... Ad, iz sürer bilmez misin. Yakutun hırsı ve ışığı kırar kendisini' derdi.
Başı buyruk torununa öğütler vermekten alıkoyamazdı, toprağı bol olsun az eziyet vermedim peşimden koşmaktan helak olurdu zavallıcık. Üstümdeki duâlarını, emeklerini tılsım gibi boynuma taktı gökyüzüne uçmadan evvel.
Bunları niye yazıyorum bilmiyorum; galiba biraz heyecanlıyım. Benden sonra kalacak kelimelerde tanımanızı istiyorum beni, hadi itiraf edin eğlenceli biriydim. İsyankar taraflarımı da kabul ediyorum ama beni bu yüzden yargılayamazsınız. Çocukluğumu elimden alan kalbime hakkımı helal etmiyorum !
Benden geriye bir günce bırakacağım için üzgünüm, değişik hobiler edinecek sağlıkta birinin nüansına sahip değildim. Yıllar geçtikçe benim yüzümden kırışıkları yüzünde şerifler halinde uzanan annemin, hastalığımın ondaki getirisi uykusuzluğunda kullandığı ilaçlarla hayatıma son vermem de ayrıca bir ironi değil mi?
Tüm şişeyi kullandığım için özür dilerim, işimi sağlama almak istedim. Lakin daha fazla sayfa bırakamayacağım size. Keza görüntümün bulanıklaşması iyiye işaret. Her neyse veda etmeyeceğim kimseye. İntiharı seçtiğimi düşünmeyin bu sadece dolambaçsız bir seçim. Ve yapabilirseniz beni affedin.
Çakır'a benim yokluğumu hissettirmeyin, akşamüstü park gezmelerini aksatırsanız eğer huysuzluk çıkaracaktır. Bu bir SON değil, unutmayın sadece dünyayı terk ediyorum.
Anne, baba tekrar görüşünceye kadar kendinize iyi bakın.
Safir...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AKKOR (Arş-ı Aşk) Kitap oldu!
Ficção GeralIlık yağmur damlaları düşüyor üstüme. Saydam taneleri okşuyor tenimi, senden kalanı taşıyor sol yanıma. Bana ait olmayan bir kalpte her saniye adın zikrediliyor; Mani olamıyorum ! Bir rüyanın peşinde sürüklenerek dayanıyorum kapına. Kovsan d...