Hepimiz bir yerlerde içe dönük yaşantımızın karmaşasında savrulup gidiyoruz. Alışılagelmiş bir güne açtığımız gözlerimizi farklı duygularla kapatıyor ve birden başka bir zamanda buluyoruz kendimizi. Bir işin içinde en önemli faktör olmanın farkındalığını yakaladığımızda serbest bırakıyoruz benliğimizi keşfetmediğimiz yerlere. Yarınlarda yeni şeyler bulacak olmanın yarattığı heyecanı kaybettiğimizde ise farklı yollara sapıyoruz şüphe duymadan. Başka, bambaşka yenilikleri isterken, eğri büğrü olmasını umursamıyoruz bile. İşimizin içinde var olan, tümsekleri dümdüz hale getirme amacını bu seçimimize de döküyoruz. Çoğu zaman başarılı oluyoruz da... Peki ya şimdi?
Sebepsizce yapılan hamlelerin ardında sakladığı amacı dışa yansıtmadan, hareket etmenin nedenini bir türlü anlayamamıştım. Bir şeyler olmaydı, iteleyen. Tıpkı benim gibi, tehlikesinden şüphe duymadığım adamdan korumak istediğim insanlar olduğu için. Bunun gibi birkaç neden bilmek istiyordum. Yine çok irdeleyip asıl konudan şaşmamak için derinden anlamaya çalışmalıydım. Bir şekilde, -dolaylı veya doğrudan- insanları yönetebilen bir becerisini kusursuzca kullanmaya devam ediyordu.
Birden bire 1998 sonbaharında müstakil evimizin bahçesinde buldum kendimi. Dedemin bahçe temizliği yapması için itelediği abim geldi gözümün önüne. İnadın sözlükte karşılığına abimin adı yazılabilirdi. Tezat düştüğümüz konularda her daim galip olmayı başarırdı. Dedem onun bu huyunu ezerek bir şekilde tutturmuştu o tırmığı eline. Bir an için düşündüm... bu maharet hepimizde vardı ancak amacımıza göre değişkenlik gösterirdi. Kimileri küçük hesaplar için insanları yönlendirir, kimileri de bu özelliğini kendince fırsata çevirirdi.
"Ne zaman yanıldığımı gördün?" dedi kendini beğenmiş tınısıyla. Arkamı dönerek onun varlığını umursamadan yanından geçtim ve koltuğuma oturdum.
"Bu çok saçmaydı." dedim, kısaca.
"Evet, bu cümleyi daha sık tekrarlayacağına eminim."
"Tamam, artık sus."
"Artık şu çizim safhasını hızlandırmamız gerekiyor"
Ayağımın altında sağa sola itelediğim broşürü elime alarak, özgüvenle poz veren Arel'i inceledim. Arkasına montajla yerleştirilen binaların üzerine afisli* harflerle Arel Ulubey'in yükselişi yazmışlardı. Birkaç sayfa çevirdikten sonra buruşturup çöpe attım. Boydan boya camın ardındaki şehre daldım. Gökyüzünden aşağı doğru yol alan puslu havayı izledim bir süre. Gözlerimi, önümdeki renk cümbüşünü sığdırmaya yetecek kadar kıstım ve zihnimi boş bıraktım.
Beynimi köleleştirmeye başlayan sesleri bastıramadığım her dakika işkence gibi akmaya devam ederken, sandalyemi ittirerek masamın altındaki çekmecelere ulaştım. El çabukluğuyla kilitli bölmeyi çektim ve gözlerimde parladığını tahmin ettiğim tablete uzanarak kavradım. Sabırsızca avcuma düşürdüğüm iki kapsülü ağzıma attıktan sonra gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım. Bir yerde darmadağın ettiğim köşenin dibine sinmiş, dizlerimin üzerine koyduğum başımı, ellerimle karıştırıyordum. Bu muydum ben? Bu kadar aciz miydim? Kapının sesini duymamla beraber açılan gözlerim, geleni hüzünle karşılamıştı.
Sanki iki yanından tutulmuş, parçalanana kadar sıkılmış gibi bir hali vardı. Kafasının içinde dönen pembe dizi tadındaki gösterimleri görebiliyordum, onun sevdiği türden değildi. O daha çok aksiyon, gerilim severdi. Tıpkı benim gibi.
"Onunla özel bir durumum yok, sadece kızgındım. Bu..." dedim, sessizce. Gerisini getirmedim, getirecek cümlenin öznesini bile bulamıyordum. Cevap vermedi, hiçbir şey demeden arkasını döndü. Biraz önce aldığım sakinleştirici duygularımı zıtlıklarıyla bedenime yansıtırken ne yapmam gerektiğini kestirememiştim. Bir yanım gevşemiş ve rahatken diğer yanım acıdan kavrulmak üzereydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ANSANERİ
General FictionHayatını kendi koyduğu kurallara göre yaşayan işkolik bir kadın. Yeni transfer olduğu şirketin, attığı adımlardan en tehlikelisi olduğunu nereden bilebilirdi? Hayatın ona sunduklarıyla yetinmeyip hep daha fazlası için çalışan, kırgınlıklarından inşa...