Elimde bir bıçak, ucunda benliğim, kesikler içinde bedeni, gözleri bana dikilmiş nefretle. En büyük düşmanı olmuşum kendimin.
Yaşam, ruhuma ne kadar da aykırıydı. Ölüm, ruhumu yıkamış, kokusunu nefesime karıştırmıştı. Ömrümün üzerine bir karabasan gibi çökmüş ruhuma çukurlar kazmıştı. Gözlerime diktiği mezar taşlarının üstünde geçmişin hatıraları kazılıydı. İçime hapsettiği hislerime sessizlik hükmediyordu. Zihnimde bir savaş alanı açmıştım, kaostan dileniyordum. Ölümle sırt sırta vermiş ruhuma açtığı çukurlara benliğimden parçalar atarak kendimin en büyük düşmanı olmuştum. Ben buydum, artık benliğimi sadece kalbimin üzerinde bir gölge olarak hissediyordum.
Ben, ruhunu ölüme sunan kadındım. Yeryüzündeki en güçlü, en acımasız düşmana sahiptim.
Gözlerim yeryüzünü döven su damlalarına odaklanmıştı, yaptığım tek şey zihnime düşen görüntüyü kaşlarımı çatarak izlemek ve kelimelerin zihnimdeki sesini dinlemekti.
Yağmur, masumluğunu kaldırım taşlarına siyah lekeler bırakırken kaybediyor, çığlığı yeryüzüne dağılıyordu. Rüzgar, son bir çare esiyor, sanki yağmurdan ayrılmak istemiyor gibiydi. Yağmur damlaları yere düşmeye devam etti, rüzgar daha sert esti. Ve yağmur damlaları yere daha sert indi, buna rüzgar neden olmuştu. Rüzgar yağmurun ruhunun bir parçasıydı. Yağmur durdu. Yağmuru kurtarmak isteyip de amansızca karanlığa iten rüzgar yağmurun ardından esti esti esti... Kaybettiği şeyi ararken yeryüzünde bir daha bulutların arasına geri dönemedi.Huzursuz bir şekilde balkonu terk edip odama geçerken her yerimin ağrıdığını hissetmiştim. Yavaşça yatağa uzandım, yaralarım sızlıyordu. Gözlerimi kapattım ve kendimi zihnime bir kazık gibi saplanmış, her gün biraz daha zihnimin derinliklerine doğru yaşlı bir ağacın köklerinin toprağa salınması gibi zihnime köklerini salan bir rüyanın tekrarına ittim kendimi.
Zihnimi aşama aşama işgali altına almış bir rüya, gerçekleri yüzüme işkence gören bir kölenin sırtına vurulan kamçının acımasızlığıyla vuran bir rüya, ruhumun kanayan bir parçasının gözlerimin önüne serildiği soyut bir sahne. Bu rüya, çürümeye yüz tutmuş küçük bir parçamın acısı, isyanı ve haykırışıydı. Sessizliğinin yanında ruhumun derinliklerine doğru gönderdiği ölümcül zehir, sinsi ve istikrarlıydı.
Etraf karanlık ve hava kesici bir şekilde soğuktu. Tenimi ısıran soğuğa rağmen bir saniye dahi duraksamıyordum. Geceyi biraz olsun aydınlatan ay ışığı görüşüme yardımcı oluyordu. Dar ve sonu görünmeyen karanlık bir sokakta zihnime çullanmış soru işaretleriyle yürüyordum. Kafamın içinde birikmiş her bir sorunun sesini duyabiliyordum, hepsi farklı tonlarda ancak aynı kişiye ait gibiydiler.
Soluduğum kan kokusunu ciğerlerime her çekişimde zihnimde bir şeyler yerinden oynuyor ardında bıraktığı tek şey ise göğsümü dağlayan keskin bir sancı oluyordu. Gözlerim etrafı tarıyor gördüklerim zihnime kazınıyordu. Zihnimde tekrar tekrar sahne alan görüntüler beni dehşete düşürmüyor, sakin ve seri adımlarla yürümeme engel olmuyordu. Bir şeyin bana engel olmasını istedim.
Yürümeye devam ettim.
Etrafa saçılmış bedenlerin gözleri bana dikilmişti. Her birinin gözündeki nefreti, acıyı, özlemi, ihaneti, öfkeyi, sevgiyi, ihaneti ve intikamı hissedebiliyordum. Gözler öyle tanıdık geliyorlardı ki içimden geçen ürpertiye engel olamadım.
Hissettiklerim bir vadiye birikir gibi sırtımda biriktiler, acının kör yangını tüm bedenimi sarmalarken omuzlarımda hissettiğim ağırlıkla omuzlarım çökse de yürümeyi bırakmadım.
Yerde ölü bir beden gibi savruk yatan bedenler, içimde hissettiğim tüm o derin boşlukları sızlatıyor ve ateşe veriyordu. Yanımdan bir gölge gibi süzülüp geçen karartının dudaklarından dökülen fısıltı cayır cayır yanan bedenimdeki bütün kanın damarlarımda donmasına yetmişti.
"Kokuyu alabiliyor musun? Kan kokusu, senin kanın." Sesi ruhuma ulaşmış ve bir ürperti olmuştu, ruhumdan geçen ayak izlerini hissetmiş ellerimi birer yumruk haline getirmiştim. İnatla çenemi kaldırıp dik bir şekilde yürümeye devam ederken adımlarım ağırlaşmış, bacaklarımı zorla kaldırır hâle gelmiştim. Hemen arkamda çatırdayan ayak seslerini duyabiliyordum.
Attığım her adım beni amacıma yaklaştırıyormuş gibi hissediyor inatçı bir kararlılıkla yürüyordum. Ayaklarım çakılla karışmış toprağa bastığında sokaklar silikleşti, önüme uzanan uçurum hariç her yer ağaçlarla bezendi, soluk soluğa etrafımda dönerken kaşlarım çatılmıştı. Hava kış soğuğuna bürünürken içimdeki alev harlandı, hissettiklerim bir beden oldu ve kanamaya başladı, içimdeki boşluğu dolduran zehir ölümcüldü ve ben zehirleniyordum. Kanlı canlı ayakta dururken içimdeki zehri hissedebiliyor beni sürüklediği yıkımı görebiliyordum.
Uçurumun kenarında bekleyen küçük kız çocuğunu buldu gözlerim, yüzü yerde, gözlerinin doluluğunu gözlerimde hissedebiliyorum, acının istila ettiği o canlı gözleri hissedebiliyorum, küçük kız acı çekiyor, yüzünde uzun, ince parmak izleri, küçük bedeninde kaldıramayacağı kadar ağır bir yük, kalbinde şimdilerde küçük gördüğüm bir darbe, küçük kızın gözlerinden akan yaşların ıslaklığını ruhumda hissedebiliyorum.
Küçük kız başını kaldırıyor ve gözlerime bakıyor, acıyla geriliyorum bir adım, karşımda altıncı yaşım, annesini kaybetmiş. Acıyı körpe ruhunun her bir hücresinde ağırlayan yaşım, babasından ilk tokadını yemiş, sessizce yatağının ucunda ağlayan yaşım.
Boğazımda biriken çığlık beraberinde gelecek olan çığlıklara set oldu ve acıyla inledim, küçük kız bana doğru bir adım attı, gözlerindeki acı bana uzanmış içimde taht kurmaya başlamıştı.
"Çek gözlerini üzerimden," diye bağırırken küçük kız ellerini yüzüne kapatıp hıçkırmıştı.
"Annem nerede?" derken hissettiği çaresizlik bedenindeki tüm enerjiyi emiyordu sanki. Sorusunu defalarca tekrarlarken hissettiği çaresizliği bana da yüklüyor içimdeki ateşe katıyordu. Saçlarımı çekiştirip çığlık atmak isterken sadece kulaklarımı tıkıyordum.
Bir kez daha aynı soruyu sorduğunda dayanamaz hale gelmiş ve çığlık çığlığa bağırmıştım.
"O, yok!" dedim acımasızca. Küçük bedeni sarsılmaya başlarken küçük suratını hafifçe kaldırıp göz yaşlarıyla ıslanmış çehresini gösterdi bana.
"Annem nerede?" diye sordu korkuyla.
"O, gitti," derken delici bakışlarımı yüzüne dikmiştim.
"Annem nerede?," dedi sarsılarak. Küçük vücudu acıyla kasılıyor ardından titriyordu.
"O, öldü," derken gözümden bir damla yaş süzülmüş toprağa karışmıştı. Gözlerine yüklenen ifadeyi ellerimle tutup almak istedim bir an, gözleri, kimsem yok benim, diye bağırıyordu sanki. Kimsesi yoktu. Yangının ortasında kalmış küçük bir kız çocuğuydu sadece.
Arkasını dönüp birkaç adım attığında uçurumun ucunda sallanıyordu. Rüzgâr elbisesini havalandırıyor, beline uzanan saçlarını hırçın bir şekilde savuruyordu. Bir anda hemen arkasında buldum kendimi, küçük kız bana döndüğünde rüzgâra kulak vermiş bedenimi yalayan soğuğu hissetmiştim. Masum ve acı dolu gözlerle bana baktı altıncı yaşım, dudaklarından dökülen kelimeler ruhuma fırlatılmış birer ok gibiydi. Kelimeler miydi ruhumu delip geçen? Yoksa gölgesine saklanan gerçekler mi?
"Canım çok acıyor, bana yardım et," dediğinde kelimeleri beni yerden yere vurmuş, içimi kör bir his kaplamıştı.
"Sana yardım edeceğim," dedim kan donduran soğuk bir sesle. Altıncı yaşımın gözleri parlarken bile içinde barındırdıkları acıyı seçebiliyorum.
Ellerimi omuzlarına koyduğumda umutla bakıyordu gözlerime. Çaresizce, kör bir istekle sarılmıştı sanki dudaklarımdan dökülen kelimelere.
"Canın hiç acımayacak," derken gözlerimden akan yaşları durduramıyordum. Yapacağım şeyin ağırlığıyla ezilirken gözlerimi uzun saçlarında gezdirdim. Her bir saç telinden masumluk akan altıncı yaşımın titrek nefesini hissedebiliyordum.
Küçük bedenini uçurumdan aşağıya ittiğimde son bir çabayla bana uzanmaya çalışsa da başaramadı. Acıya bürünmüş çığlığı kulaklarıma dolarken dizlerimin üzerine çökmüş boşlukta süzülen küçük bedenini izliyordum, son gördüğüm şey havada savrulan elbisesinin içinden bakan o masum gözlerin içinde beliren güvensizliğin getirdiği yıkımdı. Bedeninin yere çarpışı her yerde yankı bulurken ellerim buz kesmişti. Ruhumun üşüdüğünü hissettim, tutulduğum amansız ateş içinde kaybolmak istiyordum. Buna rağmen üşümeye devam ettim.
İçimde tarifi olmayan bir boşluğa atlarken zehrin içinde yüzeceğimi biliyordum. Altıncı yaşımı acımasızca uçurumdan iterken hissettiğim soğukluğun yerini yavaş yavaş bir cehennem aldı. Canlı canlı atladığım bu zehirli cehennem bana saf acıyı bahşederken bütün bedenim sarsılmıştı. Ruhumdan akan kan üzerime biriktiriyordu. Acı, dinmek bilmiyordu.
Etrafa bir sis gibi çöken küçük fısıltıyla ellerim kulaklarıma kapandı.
"Çok acıyor," diyordu altıncı yaşım gözlerini hiçliğe yumarken.
Tüm acıyı her bir hücremde eşsiz bir biçimde tadarken boğazımdan bir çığlık yükseldi, set oluşturan ilk çığlığım peşindekileri beslemiş, bana ihanet etmişti. Acı, ormanda yankı bulurken kalbim yerinden sökülüyordu. Masumluğum, ormanın zehirli havasına karışıyor bedenimi sonsuza dek terk ediyordu. Altıncı yaşımdan yoksun kalmış ruhum bir daha nefes almak istemezmiş gibi kendini ateşe vermiş, zihnime bir savaş açmıştı. Zihnim, savaş alanıydı ve ruhum, savaş alanındaydı. Ruhum, acımasız savaşçılarla dolu bir ordu olmuş, zihnimi talan ediyordu. İhanete uğrayan altıncı yaşım arkasında zihnimden intikam alacak savaşçı bir ruh bırakmıştı.
Ayağa kalkmaya çalışırken bedenimin kontrolünü elime almaya çalışıyordum. Tamamen doğrulduğumda gözlerim etrafta gezindi bir süre, etraf silikleşmeye başlarken zemin bir anda yok oldu, düşüyordum. Saçlarım yüzümü çevrelemiş bedenim havada süzülmeye başlamıştı. Çığlık atmıyordum, gözlerim usulca kapanırken ruhuma açtığım savaşın bedelini ödemeye hazırdım.
Hissettiğim sert bir çarpma hissiyle yerimden sıçrarken bedenim su içindeydi. Elimle ensemi ovarken zonklayan şakaklarım yüzümü buruşturmama yetmişti. Göğsümün ortasındaki yangın yerli yerinde duruyor neyin içine girdiğimi bana her saniye hatırlatıyordu. Soğuk ter döken ellerime baktım bir süre, altıncı yaşımın silueti belirdi ellerimde.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UÇSUZ
General FictionElimde bir bıçak, ucunda benliğim, kesikler içinde bedeni, gözleri bana dikilmiş nefretle. En büyük düşmanı olmuşum kendimin. Zihnimi aşama aşama işgali altına almış bir rüya, gerçekleri yüzüme işkence gören bir kölenin sırtına vurulan kamçının acım...