Sabah uyandığımda evde ne annem, ne de abim vardı. Abim... Gün gün nefret ettiğim tek adam. Boğazını sıkarcasına, duvarlarını yıkarcasına, onu boğarcasına kelimeler sarf etmek istediğim tek insan. Anlamıştım artık neyin ne olduğunu, gözlerinin önüne diktiği kalkanlar duygularını saklamasında işe yaramıyordu. Çözebiliyordum her hareketini, gözlerini değil artık ruhunu görüyordum. Ve o karanlık ruhta tek bir sevgi tanesi yoktu bana karşı. Gerçi, istediğimde söylenemezdi bu saatten sonra. Her şeyi anlamıştım da, bir tek benden neden bu denli nefret ettiğini çözebilmiş değildim. Çözmekte istemiyordum, umurumda değildi. Acılarımdan kurtulmak istemiyordum artık, onlardan nefret ediyordum ama onlara deli gibi muhtaçtım. Çünkü beni var eden acılarımdı. Bu bir ressamın resimlerinden vaz geçemeyişi gibiydi, bir müzisyenin kemanından, bir yazarın kaleminden vazgeçemeyişi gibi. Ressamı ressam yapan resimleriydi, müzisyeni müzisyen yapan kemanıydı, yazarı ise yazar yapan kalemi idi. Beni ben yapanda acılarımdı. Onlarla büyümüştüm, onlarla tamamlanmıştım.
Daldığım düşüncelerden, kapının çalması ile kurtuldum. Kapıyı açtığımda karşımda bir kız vardı, beline kadar uzanan saçları güneşte parlarken mavi gözlerini güneşten korumak için ellerini yüzüne siper etmişti. Kızı incelemeyi bırakıp, "Kimi aramıştınız?" dedim. Önce gözlerini kırpıştırdı sonra dudaklarını büzdü. Bir adım geri atıp evi süzdü. Gözlerine sorarcasına baktığımda bir şeyi hatırlamışçasına, dudaklarından bir "Ha" nidası koptu. Sonra gözlerine anlamlandıramadığım bir ifade yerleştirdi.
"Şey, ben teyzemin evine gelmiştim ama yanlış geldim sanırım. Yeni taşındılar onlar, belki fark etmişsinizdir. Hangi ev acaba?" yan eve taşınanlardan bahsediyordu sanırım.
"Buraya yeni taşınan sadece yan evdekiler var, sanırım bahsettiğin kişiler onlar."
"Teşekkür ederim. Rahatsız ettim özür dilerim."
"Sorun değil." dedim ve gitmesini beklemeden tebessüm ederek kapıyı kapattım. Daha sonra üzerime bir şeyler geçirip, kendimi evden dışarıya attım. Duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Çıldırmama ramak kalmıştı.
Gitmekten hiç bıkmadığım kitapçının yolunu tuttum. Kitapların arasında kaybolmak huzur verdiği kadar ürkütüyordu beni. Sanki her birinin içerisinde ruhlar saklanmıştı. Bir nevi öyleydi, her yazar yazdığı romanın içerisine kendinden bir parça koyarmış. Belki de bazı yazarlar kendinden bir parça koymak yerine ruhlarından birer parça çalıp, romanlarının arasına sıkıştırmışlardır. Kitapçıya girdiğimde, adını bilmediğim, adımı bilmeyen yaşlı teyze gülümseyerek hafif bir baş selamı hediye etti bana. Arka tarafa, rafların arasına her zaman oturduğum yere doğru ilerledim. Yaklaşınca, yerde sere serpe atılmış iki örtü gördüm. Kaşlarımı çatıp örtüleri incelerken, omuzuma bir el dokundu. Arkamı döndüğümde, kitapçının sahibi teyze ile karşılaştım. Yüzünde her zamanki gülümsemesi vardı. Gözlerimi, gözlerine çıkarttığımda konuşmaya başladı,
"Seni izliyorum uzun zamandır kızım. Yere oturup kitapları incelemeye başladığında kendini o kadar kaptırıyorsun ki, oturduğun zeminin soğuk olup olmadığını bile umursamıyorsun. Ben de dedim ki, bu kız kendini bile unutuyor ben unutmayayım onu. Atıverdim şuraya iki örtü, bundan sonra bunların üzerine otur. Tamam mı kızım?"
"Ben çok teşekkür ederim. İnanın çok şaşkınım. Bu kadar güzel yürekli, ince düşünceli olmanız çok mükemmel bir şey. Tekrar teşekkür ederim, iyi ki varsınız."
"Ne demek kızım, siz böyle okuyun ben sizin için her şeyi yaparım."
Ufak bir baş selamı verip kocaman gülümsedim. Bu hareketimden sonra arkasını dönüp kasaya doğru ilerledi. Ben de, benim için hazırlanmış olan, yeni yuvama yerleştim. Alt kısımlardan seçtiğim kitapları kucağıma alıp incelemeye başladım. Bir bir kelimelerin arasında kaybolurken kendimi çok kaptırmış olmalıyım ki saçlarımın çekilmesi ile ürkerek geriye doğru kaçtım. Kafamı kaldırdığımda karşımda ufacık elleri ile saçlarıma ulaşmaya çalışan, küçük bir canavar duruyordu. Gözlerini, saçlarımdan uzaklaştırıp gözlerime diktiğinde yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu. Gülümsemesi bulaşıcı gibiydi, o gülünce ben de güldüm. Sapsarı saçları ve turuncuya çalan, bal rengi gözleri olan bir canavardı bu. Hem de bayağı şımarık bir canavar. Benim de gülümsediğimi görünce, cesaretini toplayı ellerini yüzüme koydu ve suratını suratıma yaklaştırdı.
Önce yanaklarımda olan ellerini yanaklarıma iyice bastırdı. Sonra yavaş yavaş yanaklarıma vurmaya başladı. Ben yaptığı hareketleri sessizce izlerken, birden dudaklarını yanaklarıma bastırdı. Öpmemişti, bastırıp geri çekmişti. Bu onun lügatinde öpmekti sanırım. Bende onun yanaklarına, bana yaptığı hareketlerin aynısını yaptım. Ben, o hareketleri yaparken sessizce beni izledi. Sonra küçük canavarın yanaklarına kocaman öpücükler kondurdum. Her kondurduğum öpücükte daha çok kahkaha attı, o kahkahalarını serbest bıraktıkça daha çok öptüm. Ben öptükçe o daha çok kahkaha attı, artık bende gülüyordum ve kahkahalarımız kitap raflarının arasında kayboluyordu. Kendimizi durdurmayı başarınca, küçük canavara döndüm.
"Sevgili, küçük canavar. Adınız nedir acaba?"
"Sevgili, güzel prenses. Benim adım Ege. Sizinki nedir acaba?"
"Ah, beyaz atlı prensimin adı Ege demek. Benim adımda İzel, beyaz atlı prensim."
"Ne kadar güzel bir adınız var prensesim, evlenelim mi?" Söylediği şeylere gülmemek için dudaklarımı ısırırken cevap verdim.
"Siz kaç yaşındasınız ki prensim? Hem kraliçe izin verir mi evlenmemize?"
"6 yaşındayım İzel, kocaman adam oldum ben." İki üç kez 'kraliçe' demeye çalıştı, sonra vazgeçip konuşmaya devam etti. "O dediğin kim de bize karışıyor, ben evleneceğim seninle."
"Evleniriz prensim evleniriz ama önce senin buraya kimle geldiğini öğrenmem gerek."
"Dayımla geldim ben buraya, hiih çok kızacak bana. Ayrılma bir yere demişti."
"Sakin ol prensim, bulalım dayını ben konuşurum onunla."
"Konuşursun mu İzel?" Gülerek,
"Konuşurum, konuşurum." dedim ve dayısını bulmak için harekete geçtik beraber. Elimi sıkı sıkı tuttu. Dayısından korktuğu için beni bir sığınak olarak görüp, bana mı sığındı. Yoksa evleneceği kızı kimseye kaptırmamak için mi elimi o kadar sıkı tuttu çözemedim.
Rafların arasında Ege ile dolaşırken, hızlı hızlı bize doğru birisi yaklaştı. Hemen hemen aynı yaşlardaydık, belki benden bir yaş daha büyük. Oğlan bize iyice yaklaşırken, Ege elimi daha da sıktı. Anlaşılan bize yaklaşan dayısıydı.
"Ege! Ben sana, 'Yanımdan ayrılmayacaksın.' demedim mi? Ne işin var tanımadığın insanların yanında."
"Ben, İzel'i tanıyorum dayı. Onunla evleneceğiz biz." Ege'nin bu sözlerinden sonra, dayısı yumuşadı ve gülmeye başladı.
"Evleneceksiniz öyle mi? Peki, tanıştı o halde beni evleneceğin kızla."
"İzel, tanışsana dayımla" deyince ne yapacağımı bilemedim. Allah'tan dayısı, benden önce davranıp elini uzatmış ve konuşmaya başlamıştı.
"Merhaba, Ahfa ben. Sen de Egeyle evlenecek prenses olmalısın." Söylediklerine gülümserken cevap verdim,
"Evet, Egeyle evlenecekmişiz. İzel ben de. Memnun oldum." Söylediklerime kafa sallarken Ege'nin elini bıraktım ve yanına çöktüm.
"Yakışıklı prensim, benim gitmem lazım. Kendine iyi bak. Hep böyle yakışıklı kal tamam mı?"
"Gidiyor musun İzel? Ama ben daha süt içecektim seninle. Tamam sen başka bir şey içsen de olur, biraz daha kalsan benimle?"
"Sana bir sır vereyim mi prensim?" hızlı hızlı kafasını salladı ve ben de konuşmaya devam ettim.
"Gitmem gerek çünkü beni bekleyen onlarca karakter, onlarca ülke ve onlarca hayal dünyası var. Onları yalnız bırakamam anlıyorsun beni değil mi?"
"Anlıyorum İzel, ama seni hep seveceğim ve hep bekleyeceğim canım aşkım."
"Canım aşkım? Ben de seni hep seveceğim küçük prensim." Ege'nin gözleri dolarken yanaklarından öptüm. Ne kadar masum bir varlıktı bu! Ayağa kalkıp dayısına da selam verdikten sonra, güzel köşeme ilerlemeye başladım.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
YALNIZ
Teen FictionO gün saçlarımı uzatma kararı aldım. Hep kısacık olan saçlarıma o gittikten sonra makas değmedi. Böyleydim ben, diğer kızlar üzüldüğünde saçlarını keserdi ben ise umutlarımı.